8 Mayıs 2009 Cuma

ÖNSÖZ

Sağlık Bakanlığınca hazırlanan 2006 tarihli "Kronik Hastalıklar Raporuna göre, Türkiye'de yaklaşık 22 milyon kişi kronik hastalıkların etkisi altında yaşıyor ve kronik hastaların sayısında sürekli artış gözleniyor. Yaklaşık 15 milyon kişide yüksek tansiyon, 4 milyon kişide şeker, 3 milyon kişide kronik obstruktif akciğer hastalığı, 2 milyon kişide koroner kalp hastalığı; hastaların %40'ında farklı derecede anemi bulunuyor.

Bunun dışında hemen hemen her genç kızda, hatta bazı erkeklerde endometriozis görülüyor, kısırlık sel gibi artıyor ve her iki bebekten biri sezaryenle doğuyor. Raporlarla çizilen bu tablo tek başına çok vahimdir, aynı zamanda insanları ümitsizliğe, korkuya sevketmekte ve büyük hatalar yapmalarına da sebep olmaktadır.
Çağdaş tıp bilgileri ve teşhis imkanları "dev adımlarla" ilerliyor gibi görünüyor fakat hastalıklar gün geçtikçe daha da derinleşiyor, çeşitleniyor, yaygınlaşıyor ve çoğalıyor. Hastalıklara çare bulunamıyor, tam tersine tıbbi tedaviler sonucunda hastalıkların direnci artıyor, daha önce hiç bilinmeyen hastalıklar ortaya çıkıyor. Karşımıza çıkan bu tablo bize hiç şaşırtıcı gelmiyor çünkü modern tıbbın felsefesi temelden yanlıştır. Modern tıp ateş yükselince ateş düşürücü, tansiyon yükselince tansiyon düşürücü, enfeksiyon olunca antibiyotik kullanmayı önerir. Bu, hastalığı tedavi değil, bağışıklık sistemine açılmış şiddetli ve sürekli bir savaştır. Çağdaş tıbbi müdahalelere maruz kalan bağışıklık sistemi, tamamen çökene kadar muazzam bir şekilde direnir. Bağışıklık sistemi çöktükten sonra ise insanın başına birer birer gerçek hastalıklar gelmeye başlar.
Sentetik ilaçlar, ameliyatlar, sezaryenle doğum, kan ve organ nakli, iki anneli ve tüp bebekler, kök hücresi kullanma, klonlama, gen teknolojisi ve nanoteknoloji yöntemleriyle üretilen aşılar ve vitaminler gibi kurtuluş umuduyla bel bağlanan bu hayali gelişmeler her seferinde hüsranla bitmektedir ve bitecektir. Bunun sebebini, Yaratıcı'nın kanunlarını gözardı ederek veya onlara karşı gelerek tedavi yolu arayanların zihniyetinde aramak gerekir.
Gerçeğe giden yol, ilahi kanunları çiğnemeyen yoldur. Allah tarafından yaratılan bu kanunlar, Levh-i Mahfuz'da yazılmış ve yaratılışa nokta koyulmuştur. Allah'ın yasalarında asla hata olamaz. Bir değişiklik de yapılamaz. Allahü Teala Müminun Suresi 71. Ayet-i Kerime'de "Velev ki Hak, onların hevalarına tabi olsaydı göklerde, yerde ve bunların içinde bulunanlar mutlaka fesada giderdi" buyurarak felaketin büyüklüğünü bize tanımlıyor.
Biz gerçek hastalığı değil de, tedavi edilmemesi gereken "hastalıkları" tedavi ederken, daha doğrusu, vücudun gönderdiği "imdat" sinyallerini sustururken hatayı insan vücudunda, vücudun sözde eksikliği ya da bozukluğunda arıyoruz. Yani, hatayı Allah'ın yarattığı mekanizmada arıyoruz. Halbuki, O'nun mekanizmasında hata olamaz. Bu sebeple, insanın bağışıklık sistemi tüm çağdaş tedavi yöntemlerine karşı kendi savunmasını yapar, sonuna kadar direnir. Bazı insanlar tıbbi ilaçlarla veya cerrahi müdahalelerle değil, bunlara rağmen iyileşir.
Bugün mizaçların sırrı keşfedilmiş ve mizaca yani kan grubuna göre beslenme şekli ayrıntılı bir şekilde sistemleştirilmiştir. Bu sistemi uygulayan insan bütün hastalıklardan emin olabilirdi. Ancak bu sistemi hayata geçirmek için doğal, genetiğine müdahale edilmemiş yiyecek kalmamıştır.
Kainatta tüm cisimler ve sistemler bir bütündür. Bedenimiz de tüm kainatın bir misali olarak yaratılmıştır. İnsan bedenine baktığımız zaman çeşit çeşit, içiçe geçmiş ve birbiriyle etkileşim halinde olan sistemler görürüz. Modern tıp, insan bedenini, branşlara ayırarak inceler ancak bunun insan vücudunu anlamaya yeterli olmadığını biliyoruz. İnsan vücudunu anlamak için sistemin ve işleyişin bütününe bakmak gerekir. Yaratılış kanunlarını ne kadar iyi anlarsak o kadar sağlıklı ve doğru yaşama imkanı buluruz.
Bu kitapta anlatılan tedavi sistemini anlamak için bütünsel bir bakış gereklidir. Tek tek hastalıkların tedavisiyle ilgilenmek yeterli olamaz. Bu nedenle ancak kitabımızın tamamını okuduktan sonra tedavinin felsefesiyle ve metoduyla ilgili bir fikir sahibi olunabilir. Öyleyse ateşi düşürmek, öksürüğü engellemek, burun akıntısını durdurmaya çalışmak, antibiyotik kullanmak, bademcikleri aldırmak cahilliktir, vücuda karşı yapılan bir haksızlık ve zulümdür. Halbuki, insan kendisini çevresindeki zararlardan koruyup, yemeklerini düzeltir, fazla ve zararlı yemekten vazgeçerse, onun ne ateşi yükselir, ne bademcikleri şişer, ne de alerjisi olur.
Midede hazım bittikten sonra besin maddeleri kimus şeklinde bağırsaklara iner. Orada birinci hazım tamamlanır, besin emilir ve karaciğere ikinci hazma gönderilir. Doğal olarak bağırsaklarda yaşayan mikroplar midede hazmolunmamış yiyecek kalıntılarını parçalar ve vücudun menfaatine kullanarak vitamin, şeker, hatta protein üretirler. Vazifeli mikroplar toksik maddeleri nötralize ederek hızlı bir şekilde dışarı atmaya çalışırlar. İnsan, antibiyotik (anti:karşı, biyo:hayat yani hayat karşıtı) kullandığı zaman, antibiyotik vücuttaki mikroplarla birlikte, bağırsaklarda yaşayan doğal vazifeli mikropları da öldürür. Faydalı mikroplardan boşalan yeri zararlı mikroplar doldurur.
Doğal olmayan, iyi çiğnenmeyen, karışık ve çok yenen, birbirine zıt yemekler midede çürüyerek bağırsaklara iner. Bağırsaklardaki yabancı mikroplar onlardan çeşitli zehirler üretir ve bu zehirler, toksinleri kana karıştırmadan dışarı atmakla görevli bağırsak tüycüklerini çürütür. Tüycüklerin çürümesiyle kelleşen bağırsaklarda yaralar oluşur ve bağırsaklar koruma görevini yapamayıp, faydalı maddelerin yanı sıra zararlı maddeleri de kana karıştırır. Bu zehirleri toplayan kan, direkt karaciğere geçer. Karaciğer, bu kanın bir kısmını böbreklere, bir kısmını da temizleyerek kalbe gönderir. Kalp, gelen kanı bütün organ ve hücrelere taksim etmekle görevlidir. Ancak kandaki toksin ve atıkların oranı devamlı yüksek olursa, karaciğerin onları temizlemesi zorlaşır. Bu durumda karaciğer onları kendinde toplayarak hastalanır, yağlanmaya, büyümeye, kistler oluşturmaya başlar ve kanı yeteri kadar temizleyemez hale gelir. Böylece kanda atıklar çoğalır, kolesterol yükselir. Vücut, bu ağırlaşan kanın dolaşımını hızlandırmak ve atıkları çıkartmak için, damarları daraltmak ve tansiyonu yükseltmek mecburiyetinde kalır. Ancak hasta, tansiyon düşürücü ilaç aldığında, damarlar zorla genişler, kan dolaşımı yavaşlar, pis ve ağır kan damarlarda dolaşarak, atıkları damar duvarlarında biriktirir, dokuları kirletir, kılcal damarları tıkar.
Kan, daralan ve tıkanan atar damarlardan organların dokularına gerektiği gibi ulaşamayacağı için yeterli miktarda gıda da ulaştıramaz. Hücrelerin metabolik atıkları da daralan ve tıkanan toplar damarlardan ve o damarların bulunduğu organdan uzaklaşamaz ve hücrelerde birikmeye başlar. Sonuç olarak, hücre ve organlar aç kalır ve sürekli atıklarla uğraşmaktan asıl görevini yapamaz hale gelir.
Her bir hücre ve her bir organ belli bir titreşimle çalışır (Allah'ı zikreder). Ancak, atıkların birikmesiyle değişmiş olan hücre ve organların titreşim frekansları bozulur (Allah'ı zikirden ayrılır). Peygamberimiz "Allah'ı zikirden ayrılmayan hayvanı avcı avlayamaz", buyuruyor. Sağlıklı hayvanı ne yırtıcı bir hayvan ne de avcı avlayamaz. (Bilimsel araştırmalar, avlanan hayvanların tamamının hasta hayvanlar olduğunu göstermiştir.) Öyleyse, zikirden ayrılmayan organ da hastalanmaz.
Aslında hastalık tektir: Yanlış yaşam tarzı. Ancak hastalık olarak isimlendirilen her vaka, yanlış yaşam tarzına karşı vücudumuzun gösterdiği tepkidir. Bu tepki yukarıda gördüğümüz gibi, mide ve bağırsakların işlevinin (hazmın) bozulması ile, bademciklerin şişmesi ile ve karaciğerde atıkların birikmesi ile noktalanır. Ancak karaciğer kendi fonksiyonunu tam olarak yapamaz hale geldiğinde, hastanın tabiatına göre, böbrek, cilt, akciğer, rahim, yumurtalık, kalp ve damar hastalıkları gibi farklı hastalıklar baş gösterir. Bu hastalıklarla tek tek uğraşmak, boşuna, hatta zararına zaman geçirmektir. Çünkü birbirine bağlı olmayan hiçbir hastalık yoktur ki, tek başına tedavi edilebilsin.
Mesela bronşit ve zatürre olayını ele alalım:
İnsan uzun ömürlü süt ve süt tozu içeren hazır yiyecekleri, farklı peynir türlerini, rafine edilmiş ve katkılı hazır yiyecekleri, asitli içecekleri, mizaca uygun olmayan karışık yemekleri bol bol tüketiyorsa, bu yiyecekler kanın PH dengesini bozar ve vücutta büyük miktarda farklı toksik madde üretilmesine sebep olur.
Havaya karışmış dumanlar, zehirli gazlar, tozlar, deterjan kokuları, özellikle çamaşır suyu ve tuz ruhu kokusu, solunum sistemini bozarak kana karışır. Kömür, kireç, alçı gibi maddelerin tozlan akciğerleri doldurur. Böyle bir zarara karşı bağışıklık sistemi, insanın iştahını keser, ateşini yükseltir. Ateş kanı ısıtır. Isınan kan ise akciğerde toplanmış eriyebilen atıkları eritmeye başlar ve balgamı çoğaltır. Akciğeri korumakla görevli mikroplar kanın ısınması ve balgamın artmasıyla birlikte çoğalır. Bu mikropların enzim Bu kitapta modern tıbbın "bilimsel" ve işe yaramaz dipnotlarla dolu üslubu yerine hastalıkların sebebini ve gerçek şifanın nerede olduğunu sade bir dille anlatmaya çalışan ifadeler tercih edilmiştir. Bu kitap şifa arayan ve hesap gününe inanan insanlar için "bilimsel" ifadelerin izafiliği yerine, acı da olsa gerçeklerin ortaya serilmesinin daha önemli olduğu düşünülerek yazılmıştır.
Irsî hastalıklar hariç, hemen hemen bütün hastalıkların sebebi hayret verici derecede aynıdır. İlginç olan şudur ki, bütün hastalıkların tedavisi de aşağı yukarı aynıdır. Elinizdeki kitap bu sade ve hikmet dolu gerçeği anlatma yolunda Allah'ın izin verdiği ölçüde atılmış bir adımdır.
Vücudundaki hastalıkların başlıca sorumlusu insanın kendisidir. Hasta olmak insanın kendi ayıbıdır, kendi suçudur. Çünkü vücutta, onu hastalıklardan koruyan öyle mükemmel bir mekanizma yaratılmıştır ki, bu mekanizmayı tahrip etmek için çok "uğraşmak" gerekir. Eğer insan bu mükemmel mekanizmaya rağmen yine de hastalanırsa, Allah, bu durumda da insanoğluna şifa bulması için dosdoğru bir yol göstermiştir. İnsanın bundan istifade etmeyip, kendini tedavi etmemesi ya da şifayı yanlış yerlerde araması ikinci bir suçtur.
Hiçbir doktorun yardımı olmaksızın, tıp dünyası tarafından en tehlikeli görülen hastalıklardan bile kurtulmak mümkündür. Hastalığı teşhis etmek de önemli değildir. Bu kitapta takdim edilen kuralları ve tedavileri kendi hayatınızda uygularsanız, hastalıkların sebebini anlayacaksınız. Sebeplerini anlamakla kalmayıp, hayatî önem taşıyan bir çok ayrıntıyı göreceksiniz. Hastane kapısında sıra beklemeyecek, dolaplar dolusu ilaçlardan ve tüm tedavi masraflarından kurtulacaksınız. Sağlıklı olmanın ne kadar kolay olduğunu görüp şaşıracaksınız ve böyle mükemmel yaratıldığınız için Yaradan'a şükredeceksiniz.
Gerçeğe götüren yol sarihtir.

HASTALIKLARIN ESAS SEBEPLERİ

Fazla Yemek
"Yemek onlar için bir ceza, bir ağ, bir tuzak ve bir pranga olacaktır." Hz. Davut (a.s.)
"Her hastalığın temelinde tokluk vardır." Hz. Muhammed (s.a.v.)
"Çok yeme ağacı diken, hastalık meyvesi toplar" Atasözü

"Çok yeme ağacı"nın hastalık meyvelerini nasıl olgunlaştırdığına bakalım. Çok yemek yenildiğinde midenin daha çok enzime ihtiyacı olur. Enzim üretmek vücut için çok güçtür ve kıymetli maddeler gerektirir. Sağlıklı bir insanın midesi 200-250 gr. yemeğin birinci hazmını, besinlere ve kişinin hazım gücüne göre değişmekle beraber, 3-4 saat içinde kolayca gerçekleştirebilir. Bu miktarda yemeği hazmetmek için kalp zorlanmadan rahatça çalışacaktır. Bunun iki katı yemek yenildiğinde ise, yemeğin hazmedilmesi ve fazlalıkların kısmen depolanarak, kısmen çıkartılması için, kalbin dört-altı misli daha fazla çalışması gerekecektir. Bu işlem sadece kalbi değil, besinlerin hazmedilmesi, depolanması ve çıkartılmasıyla görevli diğer organları da yıpratır. Mesela, bir araba taşlı, bozuk ve dik bir yolda, düzgün yolda harcadığı yakıtın iki-üç katını harcar. Mesafe aynıdır fakat harcanan yakıt miktarı farklıdır. Devamlı zorlu çalışmadan harap olan motor gibi, insan kalbi de aşırı çalışmadan dolayı rızkını çabuk tüketir. Çünkü kalp atışları sayılıdır. Genç vücut, kuvvetli olduğu için, yemekleri hazmederek, fazlalıkları dışarı atabilir. Ancak zorlanma devam ettiği sürece, bu kuvvet tükenir, fazlalıkların giderek daha az atılmasıyla vücutta depolar oluşmaya, depolar dolduktan sonra da atıklar kan ile birlikte dolaşmaya başlar. Böylece kan ağırlaşır, dolaşımı yavaşlar. Ağırlaşan kan bu atıkları damarlarda biriktirmeye ve zamanla damarları tıkamaya başlar. Daralmış ve tıkanmış damarlardaki kan, organları yeterli derecede besleyemeyecek kadar azalır. Beslenemeyen organlar beyne "Açız!" uyarısı gönderirler, beyin de bu çağrıya cevap olarak iştahı çoğaltır. Bu, insanı daha çok yemeye zorlar. Yedikçe kandaki fazlalıklar ve damarlardaki tıkanıklıklar çoğalır. Kan daha da koyulaşır, dolayısıyla organların açlık hissi daha çok artar. Bu kısır döngü devam ederken insanlarda konsantrasyon, hafıza, düşünme, anlama ve öğrenme kabiliyetleri azalmaya, hastalıklar bir bir kendini göstermeye başlar. "Fikir uyur, hikmet ölür, organlar durur, insanî sıfatlar yavaş yavaş kaybolur." Böylece, 'Yemek onlar için bir ceza olacaktır" hikmeti zuhur eder. Bazı insanlar fazla yemenin bedelini aşırı şişmanlıkla ve beraberinde getirdiği hastalıklarla öderler. Bazıları da vardır ki, ne kadar yerse yesin, hep zayıf kalırlar. Bunlar kendi durumlarının şişmanlardan daha iyi olduğunu zannederler. Çoğu zaman onların durumu şişmanlardan daha tehlikeli olabilir. Çünkü fazlalıklardan oluşan atıklar, ilaçlar, toksinler ve katkı maddeleri şişmanların vücudundaki yağlarda depolanarak, organların tahrip olmasını kısmen de olsa önlenebilir. Ancak zayıfların, kan vasıtasıyla bütün vücutlarını dolaşan toksinler, hem ateş, öksürük, terleme, nezle, kusma, ishal, sivilce, çıban gibi yollarla dışarı atılırken bu ağır işlemler organlarını yıpratır hem de eklemlerde, kaslarda ve organlarda depolanarak, buralarda ağrıya, enfeksiyona, kistlere ve genetik değişimlere (mutasyonlara) sebep olur. Bu tip insanlar genelde sık hastalanan, sıkıntılı ve asabî insanlardır. Araf suresi 31. Ayette: "Yiyin-için, fakat israf etmeyin, çünkü Allah israf edenleri sevmez", buyrulmuştur. Ancak Allah'tan korkmayı ve utanmayı unutan insanları artık bu ayet de etkilemiyor. Peygamberimiz (s.a.v.): "Sizin Allah'a en sevimli olanınız, yemesi en az ve bedenen en hafif olanınızdır." "buyurmuştur. Bu söz özellikle günümüz insanının sağlığı için büyük önem taşımaktadır. Vücudumuzdaki sistemler yalnız doğal yiyecekleri kaldırabilir ve doğal besinleri sindirmekte hemen hemen hiç problem yaşamaz. Fakat sindirim sistemimiz ve bağışıklık sistemimiz, genetiği değiştirilmiş, gen teknolojisi ve nanoteknolojiyle üretilmiş ürünlerin belli bir miktarından fazlasına dayanamaz. Bu ürünlerden kaçınmak neredeyse imkansız hale geldiğinden sağlıklı kalmak için az yemek daha büyük bir zorunluluktur.
Karışık Yemek
Peygamberimiz (s.a.v.) süt ile balığı, ekşiyi, yumurtayı ve eti asla birlikte yemezdi. Tabiatınıza uymayan veya birbirine uygun olmayıp, hazmı için ayrı enzimler gerektiren yemekler karıştığında hazmolamadan çürür. Mesela, karbonhidratlar ile proteinler, süt ürünleri ile balık, birkaç inekten sağılarak karıştırılmış süt, karışık et (örneğin, aynı cinsten iki hayvanın karıştırılmış eti, bir hayvanın eti ile bir diğerinin yağı, dana ile tavuk eti veya aklınıza gelebilecek herhangi bir et kombinasyonu), balık ile et, karışık yağlar (örneğin, koyun ile tavuk yağı, katı yağ ile sıvı yağ) birbirlerine zıttır. Çünkü bunların parçalanabilmesi için ihtiyaç duyulan enzimler birbirine zıttır. Bu zıtlık, enzimlerin üretilmesine engel olur ya da üretilmiş enzimlerin birbirini yok etmesini sağlar ve yenen yemek hazmolmadan çürümeye başlar. Bu, midede saatler süren bir işlemdir ve bağırsaklarda da devam eder. Yemekten sonra kanda lökosit sayısı bu sebeple yükselir. Çürüme veya mayalanma sonucu oluşan zehirli ve asitli kalıntılar sinir hücrelerini doğrudan etkileyerek bağırsakların hareketini yavaşlatır. Kalıntılar yavaşlamış bağırsaklarda toplanarak, onları genişletir, cepler oluşturur. Bu ceplerde dışkısal taşlar meydana gelir ve orada yıllarca kalır. Zamanla bağırsak ağırlaşır, hareketi daha da yavaşlar ve kabızlık meydana gelir. Bağırsakların duvarları kanalizasyon boruları misali zehirli, yağlı atıklarla kaplanır. Bu noktadan sonra vücudun intoksikasyonu (toksinlerle dolması) hızla artmaya başlar. Vücut direncini kaybeder, halsizleşir, bağırsaklarda devamlı gaz oluşur, uyku ve tembellik artar. Çürümüş veya mayalanmış yemek artıkları bağırsağı zehirleyerek kana karışır. Bu atıklar kandan bütün organlara ve hücrelere yayılarak onları da zehirler, hastalıklara yol açar. Damarları tıkayıp, organ ve eklemlerde toplanır. Bu tıkanmış damarlarda akan koyu, ağır kan organları beslemekte yetersiz kalır. Ve yukarıda belirttiğimiz gibi, organlar "Açız!" diye çığlık atmaya başlarlar.
Sık Yemek
Hazmın tamamlanmasını beklemeden herhangi birşey yemek
Eski tabipler "Hastalık nedir?" sorusuna "Yediğini sindirmeden ikinci bir yemek yemektir", diye cevap vermişlerdir.
Hastalıkların temel nedenlerinden biri de bir yemeğin üstüne başka bir yemek yemektir. Sindirim sistemi belli kurallarla çalışır. Bu kurallara göre, 200-250 gr. miktarında bir yemek, midede 3-4 saatte hazmolur ki buna birinci hazım denir. Yemeğin cinsine, miktarına ve ağırlığına göre birinci hazım süreci 6-10 saate kadar uzayabilir. Hazım tamamlanmadan ufacık birşey dahi yense, midenin hazım seyrini bozar. Bu bir lokma, önceki yemekle karıştığında hazmolamayacağı için mayalanmaya ve çürümeye başlar. Önceki yemeği de bozup çürüterek midede yanma, ekşime, gaz ve şişkinliğe sebep olur.
Aslında, ilk hazımdan değil, üçüncü hazımdan sonra yani, besin maddesi kandan hücrelere geçtikten sonra ikinci bir yemek yenebilir. Yani günde iki defa yemek insan için yeterlidir. İçme konusunda da hüküm aynıdır.
Günümüzde insanlar, özellikle kadın ve çocuklar, hayatlarının büyük kısmını sürekli çiğneyerek geçiriyorlar. Yolda yürürken, sokakta konuşurken, sinemada otururken veya ders çalışırken sürekli bir şeyler atıştırarak, vücutlarını çöplüğe çeviriyorlar. Peygamberimiz (s.a.v.) çoğu zaman aç ve susuz dururdu. Hatta üç gece arka arkaya karnını doyurduğu olmamıştır. "Geceleyin veya gündüzün ikişer defa yemek yemek illettir" ve 'Tokken yemek hem hastalık, hem de haramdır", buyurmuştur. O halde en önemli sağlık kuralı ve bütün hastalıklara deva olan yegâne ilaç iyice acıkmadan yememektir.

Birbirine Ters Yiyecekler Yemek
Et, yumurta, peynir gibi proteinli yiyecekler midede hazmı uzun süren besinlerdir. Tatlılar ve meyveler midede fazla kalmadan bağırsağa geçerek birinci hazmını burada tamamlar. Su ise midede vücut ısısına ulaştıktan sonra, doğrudan bağırsağa geçer. Demek ki, önce su, sonra birlikte yememek şartıyla meyve veya tatlı, sonra salata ve yemek yenmelidir, iki çeşit yemek yeniyorsa hafif ve sulu olanı ağır ve kuru olandan önce yemek tercih edilir. Önce yemek, sonra meyve veya tatlı yenirse, meyve veya tatlı hazmını tamamlamak için bağırsağa geçemez, midede mayalanır veya çürür ve gaz oluşturur. Kur'an-ı Kerim'de de bu tertibe riayet edilmiş, "beğendikleri meyveleri ve arzu ettikleri kuş etlerini dolaştırırlar." (Vakıa: 20, 21) buyrularak et meyveden sonra takdim edilmiştir. Yine: "Ve size manna ve selva indirdik" (Bakara 57). Gördüğünüz gibi, burada da helva yani karbonhidrat (manna), bıldırcından yani proteinden (selva) önce gelir.
İbn-i Sina sabah ekmek yiyenlere, akşam et yemeyi tavsiye ederdi. Ekmek ve et arasındaki vakit dilimi bu kadar uzun olmalıdır. Ama mutlaka eti ekmek ile yemek isteyenler, ilk önce ekmeği et suyuna veya yemeğin sulu kısmına batırarak yemeli sonra eti ve sebzeyi yemelidir.
Yemekten sonra su içilirse, aynı şekilde su bağırsağa geçemez, midenin genişlemesine, mide asidinin sulanıp zayıflamasına, hazmın uzamasına, zorlaşmasına ve bozulmasına sebep olur. Yemek arasında su içmek de doğru değildir çünkü yemekte su içen, yemeği iyi çiğneyemez. Gerektiği kadar çiğnenmemiş yemek mideye, bağırsağa ve dalağa ağır zarar verir ("Az çiğneme" bölümüne bakınız).
Yemek yendikten 1,5-3 saat sonra su içmek daha uygundur. Zaten 1,5-3 saat sonra midenin hazım işlemi sona doğru yaklaşınca yani yemek ikinci hazma hazır hale gelince insanın su istemesi normaldir, su içmek için doğru olan zaman dilimi de budur. Araf suresi 31. Ayette: "...yiyin-için, fakat israf etmeyin ..."buyrulmuştur. Bu ayette de "için" emri "yiyin" emrinden sonra gelir. Ancak yemek kuru ise o zaman çiğnenip yutulan her lokmadan sonra bir yudum su içmekte zarar yoktur. İsteyenler yemekten sonra birkaç küçük yudum su içebilirler.
Bekletilmiş ve Isıtılmış Yiyecekler Yemek
Taze sebze ve meyveler güneşten aldıkları enerjiyle doludur. Çiğ olarak yendiğinde vücuda çok enerji verirler ve hazımları kolaydır. Pişirilince güneşten aldıkları enerjiyi ve diri sularını tamamen kaybederek aslına yani toprağa ve minerallere dönmeye başlarlar. Suyunu kaybeden sebzenin miktarı azalır, içindeki mineral madde oranı ise artar. Çiğ olarak bir kilo ıspanağı kimse yiyemezken, bir kilo ıspanaktan pişirilmiş yemek kolaylıkla tüketilebilir. Bu mineral maddeler vücutta ağır kalıntı oluşturur ve bu kalıntı kaslarda, organlarda, damarlarda toplanarak onları sertleştirir. Bu sebeple pişmiş sebze yemeği yerine çiğ sebzeyi tercih etmek, pişmiş sebze yemeğini ise az miktarda yemek daha doğrudur.
Yemeği, piştikten sonra biraz soğutarak hemen yemek gerekir. Yemek insanı değil, insan yemeği hürmetle beklemelidir. Mikroplar beklemiş yemeklerin yapısını değiştirir. Yemekler ısıtıldığında ise yeni kimyasal bağlantılar oluştuğu için faydadan çok zararı vardır. Isıtılan yemeğin özü ve tadı değişir, hazmı ağır olur, hatta imkansızlaşır. Yarattığı elektromanyetik radyasyon sebebiyle mikrodalga fırınların kullanılması da sakıncalıdır. ("Su" bölümüne bakınız.)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) akşamdan kalan, ertesi gün ısıtılan yemeği asla yemezdi.

Katkılı Hazır Yiyecekler Yemek

Marketlerdeki bütün uzun ömürlü ürünler, sağlığı, bilhassa çocukların sağlığını, büyük ölçüde tehdit etmektedir. ("GMO" bölümüne bakınız.) Bu gıdalar metabolizmayı, bağışıklık sistemini ve genetiği ciddi şekilde etkiler. Hazmolunmadığı için damar tıkanıklıklarına neden olur. Vücuttaki vitamin üretme mekanizmasını, su yapısını, vücudun su oranı ve su terkibini bozarak, yaşlanmayı hızlandırır, hastalıklara sebep olur. Bu faktörleri gözönünde bulundurarak diyebiliriz ki, 10-12 yaş grubu çocukların büyük çoğunluğu artık, bu gıdaların beyin ve üreme organlarında oluşturduğu tahribatlar sonucu, şimdiden küçük birer ihtiyar gibiler.
Günümüzde, dünya gıda endüstrisinde, bir yıl içinde binlerce çeşit ve milyonlarca ton katkı maddesi kullanılıyor. Hazır gıdaları tüketmekte sakınca görmeyen bir insan her gün yaklaşık 2000 çeşit katkı maddesi tüketiyor: Tatlandırıcı, tat verici, kıvam koruyucu, kıvam artırıcı, renk koruyucu, beyazlatıcı, bozulmayı önleyici, nem tutucu, boya, aroma vs...
Yiyecek endüstrisi, kullanılan katkı maddelerini ambalaj üzerinde belirtmek zorundadır. Fakat katkı maddelerini belirtme zorunluluğu sadece üreticinin kendi kattığı maddelere mahsustur. Mesela bir fırın, ürettiği bir üründe su, maya, tuz, yağ, yumurta ve şeker kullandıysa bunları belirtmek zorundadır fakat un, su, maya, tuz, yağ, yumurta ve şekerdeki katkı maddelerini belirtmek zorunda değildir. Bununla birlikte katkı maddelerinin üretim metodunu da belirtmek zorunda değildir. Çiklet, şeker, sakız gibi tamamen katkı maddelerinden oluşan, 10 cm2'den küçük, ambalajlı ürünleri üretenler, katkı maddelerini belirtmek zorunda değildir. Zeytin, et, peynir, ekmek, baharat, kuruyemiş, taze meyve ve sebze gibi açık satılan yiyeceklerde, lokanta veya pastanelerdeki ürünlerde de katkı maddelerini belirtme mecburiyeti yoktur.
Basit bir sakızın içindekiler:
Sakız mayası (Sakızın ana maddesi): Ambalajda belirtilmeyen, sakız mayasının içindekiler şunlardır: Kauçuk, vaks, antioksidant, elastomer, reçine, venil polimer, parafin ve katkı maddeleri (hangi katkı maddeleri olduğu belirtilmemiştir).
Tatlandırıcılar (7 tane): Doğal olmadığı için, hepsi de hazmı bozar ve diyabete zemin hazırlar. Buna ek olarak aspartam gibi bazı tatlandırıcılar beyin faaliyetini bozar, baş ağrısı, baş dönmesi ve bayılmalara sebep olur. Dudaklarda, dilde ve ayaklarda şişme yapar. Aspartam, fenilalanin denilen bir aminoasit içerir. Fenilalanin ve metabolikleri kan ve dokularda birikir. Çocukların gelişmekte olan üreme organlarında ve beyinlerinde hasara yol açar. Bu hasar, kısırlığa, zeka geriliğine ve çocukların zihinsel özürlü olmasına neden olur.
Doğala özdeş aromalar (3 tane): Gen teknolojisi ve nanoteknoloji yöntemleriyle üretilenler beden-ruh dengesini ve hormonal dengeyi etkiler. ("Nanoteknoloji" bölümüne bakınız.)
Nem tutucu (Gliserol): Büyük ihtimalle domuz ürünü ya da mezbaha atıklarından elde edilir. Genteknolojisi ve nanoteknoloji yöntemleriyle de üretilebilir.
Emülgatör (Lesitin): Büyük oranda domuz ürünüdür. Bitkisel olanlarda "soya lesitini" yazar (GM ürünü).
Parlatıcılar (2 tane): Onlardan biri, "şellak"tır ki genetiği değiştirilmiş bir tür "bit'ten elde edilir. Alerjilere ve beklenmeyen yan etkilere yol açabilir. Diğeri "karnauba mumu"dur. Brezilya hurması mumuna benzeyen sentetik bir mumdur. Aslında kağıtçılık, mobilyacılık gibi sanayilerde kullanılan bir parlatıcıdır.
Renklendirici ve nem tutucu (Titanyumdioksit, E 171): Nanoteknolojide kullanılan ana maddelerden biridir. Bir süredir mineral şeklinde değil, nanoparçacıklar halinde kullanılmaktadır. Ağız yoluyla vücuda giren ve dokularda depolanan bu nanoparçacıklar, organik bir maddeyi su ve karbondioksite kadar parçalama özelliğine sahiptir. Kuvvetli nem tutucu olduğu için, vücudun su terkibi üzerinde çok etkili olabilir.
Çok geniş bir kullanım alanı vardır: ilaçlar, vitaminler, şekerlemeler, sakızlar, un, şeker, tuz, karbonat, kabartma tozu ve küçük parçacıklar halindeki bütün gıdalara beyazlatıcı ve nem tutucu olarak katılır.
Gördüğünüz gibi 2,5 gr.'hk küçücük bir sakız en az 18 tane katkı maddesi içeriyor. En az diyoruz çünkü her bir katkı maddesinin 1-3 tane kendi koruyucu katkısı vardır.
Sakızın üzerinde "laksatif etki (ishal) yapabilir" ve "Sakızdır, yutmayınız" uyarıları yer alır. Çocukların bu uyarıyı anlaması beklenemez ve tabii ki küçük çocukların hepsi sakızı yutar!
Katkı maddelerini savunanlar "Katkı maddelerinin içinde zararsız hatta faydalı olanlar vardır" diyorlar. Olabilir, ancak, bugün katkı maddeleri değişik malzemelerden, değişik teknoloji ve yöntemlerle elde edildiğinden, üretim metodlarının, kimyevi içeriğinin ve kaynaklarının, güvenli, tehlikeli veya şüpheli olup olmadığının belirlenmesi kesinlikle mümkün değildir. Örneğin, Karoten (E 160) Doğal A vitamini kaynağıdır ve doğal bitki pigmentlerinden elde edilir. Betanin (E 162) ise kırmızı pancardan elde edilebilir. 30 yıl önce bu şekilde doğal bitkilerden elde edildiği için ikisinin de adı, 30 yıl önceki gibi hâlâ "güvenilir" sınıfında yer alır. Ancak, bu süre zarfında yeni metodlar ve teknolojiler kullanılır olmuştur ve bu katkı maddeleri, büyük oranda, GM bitkilerden üretilmektedir. Hatta biyosentez veya nanoteknoloji yöntemleriyle de elde edilenler olabilir. Öyleyse bunlar artık "güvenilir" değildir, "tehlikeli" hale gelmiştir. Demek ki, ürün ambalajlı veya ambalajsız olsun, ambalaj üzerinde içindekiler belirtilsin veya belirtilmesin, üründe kullanılan gerçek katkı maddelerini ve bunların sıfatlarını tespit etmek mümkün değildir. Dolayısıyla, her üründe onlarca çeşit katkı maddesi kullanılır. Bazı katkı maddeleri tek başına zararlı olmasa da, karıştırıldığında zararlı olabilir veya birbirinin zararını yükseltebilir (sinerjizm etkileşimi), ya da vücuttaki her türlü madde ile, alınan ilaçlar ve besinlerle, depolarda birikenlerle, üretilen enzimlerle tehlikeli bileşimler oluşturabilir. Ancak en sık kullanılan katkı maddeleri tek başlarına da çok zararlıdır.
En Yaygın Kullanılan Katkı Maddeleri
Bisphenol-A: Gıda endüstirisi ürünlerine bozulmayı önleyici katkı maddesi olarak katılır. Ostrojen hormonu gibi etki yapan bisphenol-A içeren ürünler, yiyenlerin vücudunda ostrojen oranının artmasına yol açar. Bu durum ise trombosit üretiminin azalmasına, hem kadınlarda hem de erkeklerde endometriozis oluşumuna sebep olur. ("Endometriozis" bölümüne bakınız.)
Nitrat-Nitrit: İşlenmiş et ürünlerinde en sık kullanılan katkı maddeleridir. Bu iki tür madde hem koruyucu olarak hem de renklendirici ve lezzet arttırıcı olarak kullanılır.
Sodyum nitrit (E-250): Türkiye'de, Nitrat-Nitrit'lerden en çok kullanılan tür budur. Tüm işlenmiş et ürünlerinde (sosis, salam, pastırma, sucuk) katkı maddesi olarak kullanılıyor. Et ürünleri ile alınan sodyum nitrit, vücutta, kanserojen maddeler olan nitrosaminler oluşturur. Nitrosaminler, dokuların hasarına, mutasyonlara ve kansere neden olur (kolon kanseri, karaciğer kanseri, pankreas kanseri, beyin kanseri, lösemi vb.) Sodyum nitritli ürünlerin tüketilmesi, baş dönmesine, başağrısına, nefes alma zorluğuna, kan üretimindeki bozukluklara da neden olabilir.
Sodyum Sülfit (E221): Gıda maddelerinde ve ilaçlarda renk ve kıvam koruyucu, bozulmayı önleyici ve beyazlatıcı olarak kullanılır. Türkiye'de, en geniş alanda ve en sık kullanılan sülfitleyicidir. Fermente içeceklerin ambalajında, bir çok restoranın salata barında, bira ve şarap gibi içeceklerde bulunur. Şekerlemeler, peynirler, çikletler, dondurmalar, portakallı içecekler, meşrubatlar, meyve suları, üzüm, kayısı, incir, dut gibi kurutulmuş meyveler, kek ve bisküvi gibi fırınlanmış ürünler, çaylar, çeşniler, hazır deniz ürünleri, reçeller, jöleler, konserveler ve suyu alınmış sebzeler, dondurulmuş patates, hazır çorbalar, salam, sosis, sucuk, kurutulmuş et ve balık ürünlerinde katkı maddesi olarak kullanılır. Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde bu konuda yapılan araştırmalarda, sodyum sülfitin besin ve ilaç yoluyla alınmasının, öğrenme ve hafıza bozukluklarına, beyin fonksiyonlarının bozulmasına neden olduğu ve bu bozuklukların, zamanla daha büyük boyutlara çıkmasının kaçınılmaz olduğu tespit edilmiştir. Sülfitler göğüste sıkışma, kurdeşen, karında kramp, ishal, kan basıncının düşmesi, başta yanma hissi, halsizlik ve nabız hızlanmasına neden olur. Ayrıca sülfitler, astımlılarda astım atağını tetikleyebilir.
Sodyum Nitrit (E-250) ve Sodyum sülfit'in zararları özellikle cenin, bebek ve çocuklar üzerinde etkili olmaktadır.
Karamel (E150): GM buğday ve GM mısırdan üretilir. Çeşitli konserve türleri, işlenmiş et ürünleri (sosis, sucuk, salam vb.), hamburger, kek, pasta, bisküvi, şekerleme çeşitleri, çikolatalı ürünler, hazır çorbalar, soslar, soya sosu, kolalı içecekler, bazı içkiler ve benzerlerinde renklendirici (kahverengi) ve tat verici olarak kullanılır. Kansere neden olabilir.
Titanyumdioksit (E 171): En tehlikeli katkı maddelerinden biri olan titanyumdioksit için "Sakızın içindekiler" konusuna bakınız.
E173 Alüminyum kaynaklı olan bu katkı maddesi, renklendirici (alüminyum rengi) ve nem tutucu olarak bazı haplarda ve şekerlemelerde kullanılır. Toksik veya allerjen olan her maddeye karşı (katkı maddeleri dahil) aşırı duyarlılığa neden olabilir. Dünyanın çoğu ülkesinde yasaklanmış olmasına rağmen Türkiye'de alüminyum kaynaklı katkı maddeleri sadece ilaç ve şekerlemelerde kullanılmamakta, sofra tuzuna bile katılarak, bebekler dahil, herkese yedirilmektedir.
Aspartam (Aspasvit, Aspamiks): GM bakteri metoduyla üretilir. Çikolata, sakız, ketçap, soslar, gazozlar, şekerlemeler, ilaçlar, diyet yiyecek ve içecekler ve benzerlerinde kullanılır. Aspartam, fenilalanin denilen sentetik amino asit içerir. Sentetik fenilalanin ve metabolikleri kan ve dokularda birikir. Çocukların gelişmekte olan beyinlerinde hasara yol açar. Beyin hasarı havaleye, otistik veya agresif davranışlara, zeka geriliğine ve çocukların zihinsel özürlü olmasına neden olur. Aspartam göz kapaklarında, dudaklarda, ellerde veya ayaklarda şişmeye neden olur. Beyin faaliyetini bozduğu, baş ağrısı, baş dönmesi ve bayılmalara sebeb olduğu için çoğu ülkelerde yasaklamıştır. Aspartamı yasaklayan veya kullanımına sınır koyan ülkelerdeki gelişme çağındaki çocuklarda zihinsel özürlülük oranı hızla azalmakta, Türkiye'de ise aynı hızla artmaktadır.
Monosodyum glutamat (MSG) (E621): Lezzet arttırıcıdır. Bir çok imalathane ve restoranda lezzet arttırıcı olarak kullanılır. Özellikle Çin, Japon ve Türk mutfağında kullanılır. MSG ile oluşan reaksiyonlar: Baş ağrısı, bulantı, ishal, terleme, göğüste sıkışma, boyun arkasında yanma ve astımlı hastalarda ağır astım ataklarını tetikleme. MSG ile oluşan reaksiyona "Çin Restoranı Sendromu" da denir.
Tatlandırıcılar, Maltodekstrin, Glikoz, Glikoz Şurubu, Fruktoz, Dekstroz Türkiye'de, Amerika kaynaklı GM mısırdan üretilmektedir. Bebek maması, bebe bisküvisi, her çeşit unlu ürün (ekmek, baklavalar, pastalar, bisküviler vb), cips, hazır çorbalar, her türlü içecek (kolalı içecekler, meyve suları, gazozlar vb.), işlenmiş et ürünleri, soslar ve akla gelen her tür hazır yiyeceğe eklenir ve ayrıca fast-food ve bal üretiminde kullanılır. Diyabete, hormonal sistemde ve bağışıklık sisteminde dengesizliğe sebep olabilir. ("GMO" ve "Diyabet" bölümüne bakınız.)
Formaldehit: Ürünlerin bozulmasını önleyicidir. Formaldehit kimya endüstrisinde en yaygın olarak üretilip kullanılan maddelerden biridir: Sıva, duvar kağıdı, tekstil, halıfleks, boya, yağlı boya, lastik, metal, mobilya, vücut bakım ürünleri, bulaşık deterjanları, çamaşır deterjanları, ev temizliğinde kullanılan deterjanların yapımında, et, balık, sucuk, yağlar, tahıllar, hayvan yemi ve tohumluklar gibi besin maddelerinde.
Aromalar ve emülgatörler gibi katkı maddelerinde bozulmayı önleyici olarak katılır. Ayrıca mantar hastalıklarında ve tıbbi laboratuvarlarda koruyucu sıvı ve sterilize edici madde olarak kullanılır.
Yaklaşık 40 yıldır bu kadar geniş bir alanda kullanılan Formaldehit, kuvvetli mutajen ve allerjenler arasında yer alır ve ödem, kronik rinit, astmatik bronşit, bronşiyal astım, alerjik gastrit, kolit ve aşırı duyarlılığa neden olabilir. Aşırı duyarlılık ise bir sonraki formaldehit etkileşiminde daha şiddetli bir reaksiyona yol açabilir.
Formaldehit, hidroklorik asit ile (mide özsuyu) reaksiyona girdiğinde kanserojen bir madde oluşturur. Burun kanseri, akciğer kanseri, beyin kanseri ve lösemiye yol açabilir.
İnsanlar, inşaat malzemelerinden, kozmetiklerden ve ev eşyalarından yayılan, gıdada, sigara ve egzost dumanında bulunan formaldehitten etkilenebilirler. En önemli formaldehit kaynakları, sıkıştırılmış tahtadan yapılan yer döşemeleri, dolaplar, duvar kaplamaları, mobilyalar, oda spreyleri, kumaş dokumalar, ev temizliğinde kullanılan çeşitli sıvılar, döşeme cilaları, duvar kağıtları, halılar ve boyalardır. Evin ısı ve nemi ne kadar yüksek, ev eşyaları ne kadar yeni ise, havaya formaldehit yayılışı o kadar fazladır.
Katkı maddelerinin gıdalarda kullanılması yıkıcı hastalıkların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunların bazıları şunlardır: Hazım sisteminde bozukluklar, kronik toksik hepatit, böbrek ve böbrek üstü bezi hastalıkları, üreme organlarında bozukluklar, kısırlık, endometriozis, kist, kanser, diyabet, tiroid rahatsızlıkları, havale, hiperaktivite, davranış bozukluğu, otizm, baş dönmesi, baş ağrısı, depresyon, alzheimer, parkinson, MS gibi sinirsel ve ruhsal hastalıklar, düşük tansiyon, yüksek tansiyon, titreme, alerjik kaşıntılar, egzama, astım ve aşırı duyarlılık...
Dünyanın çeşitli ülkelerinde katkı maddeleri üzerine yapılan araştırmaların sonuçları dehşet vericidir. Ancak bu ürpertici gerçeklere rağmen, üretici firmaların ve parayı elinde tutanların karşısında, sesini yükseltecek, yorum yapacak veya bir kampanya başlatacak herhangi bir kamuoyu oluşabilmiş değildir ("GMO" bölümüne bakınız.)

Kimyasal İlaçlar

Amerika'da her yıl 250.000 kişi tıbbi hatalar yüzünden ölüyor. Bunlardan 127.000 bini hastanede yatarken, yanlış ilaç verildiğinden veya ilaçların yan tesirleri yüzünden ölüyor. Aynı sebepten hastane dışında ölenlere ait istatistik yoktur, ancak hastane dışında ölenlerin sayısı mutlaka daha yüksektir. İlaçların yan tesirleri yüzünden hastalananlarla ilgili ise hiçbir istatistik yoktur. Tecrübeler gösteriyor ki, hemen hemen bütün hastalıkların temelinde kimyasal ilaçların büyük payı vardır.
Alınan birçok kimyasal ilacın öncelikle bağışıklık sistemini ve kan dolaşımı-üretimi sistemini direkt olarak tahrip edici etkileri bulunmaktadır. Bazı ilaçlar kullanıldıkları dönemde, bazıları kullanımından haftalar, aylar, hatta yıllar sonra, bazıları ise doza bağımlı olarak etki gösterir. Bağışıklık sistemini ve kemik iliğini baskılar, kan üretimine engel olur, kan hücrelerinin, lökosit, trombosit ve alyuvarların bozulmasına ve parçalanmasına, hormon dengesizliğine, karaciğer toksisitesine, böbreklerde kanama ve iltihaplanmaya, kısırlığa ve başka birçok bozukluğa neden olabilir.
Örneğin, bazı ilaçlar bazı durumlarda kan hücrelerinin üzerinde yıkıcı etkide bulunurlar. Hücre duvarlarını eriterek yıkımı başlatırlar. Bu hücreler, çok hassas oldukları için bu kimyasal yıkıma direnemezler. Daha ağır vakalarda ise, kemik iliği baskılandığı için, kan üretimi bozulur, lösemi ve anemiler ortaya çıkar.
Tıp literatürüne bakıldığında şu sonuçlara ulaşılır:
Bazı ilaçlar kemik iliği hücrelerinde DNA ve RNA sentezini engelleyerek kan üretiminin azalmasına veya anormal hücre üretimine, bunun sonucunda lösemi ve anemilere sebep olurlar. (kloramfenikol, oksasilin, isoniasid, sefalotin, fenindion, fenitoin, fenilbutazon gibi).
Bazı ilaçlar bağışıklık sistemini baskılarlar (Aminopirin, sulfonamidler, propiltiourasil, methimasol gibi)
Alyuvarların parçalanmasına (Hemoliz) sebep olan kırktan fazla ilaç vardır. Aspirin, sulfonamidler, sulfonlar, nitrofuranlar, kinin, klorokin, primakin, fenilhidrazin, probenesid, dimerkaprol, kloramfenikol gibi. Bu da bazen geçici, bazen de ömür boyu kalıcı anemi oluşturabilmektedir.
Bazı ilaçlar (fenacetin, sulfonamidler gibi) ve pek çok gıdada bulunan kimyasallar (anilin boyalar, nitrit ve nitratlar gibi); hemoglobini etkileyerek dokuların oksijenlenmesini ve beslenmesini engeller. İlaçlar, kemik iliği dejenerasyonuna ve bunun sonucunda kemik iliği yetmezliğine ve ağır anemilere neden olabilmektedirler. Trombosit ve trombosit üretimi bozukluğunda pek çok tıbbî ilaç sorumlu tutulmaktadır. Aspirin, kolşisin, antiromatizmal ilaçlar (ibuprofen, indometazin, fenilbutazon gibi), psikiyatri ilaçları, kalp ilaçları (klofibrat, dipridamol, papaverin, propranolol gibi), anestezikler, antibiyotikler (ampisilin, karbenisilin, gentamisin, penicilin gibi)bazı öksürük şurupları (gliserol, gayokolat gibi), bazı alerji ilaçlan bu gruptadır, ilaçlar tarafından meydana getirilen immünolojik trombositopeni valproik asid, furosemid, sulfonamidler gibi bir çok ilacın kullanımı sırasında açığa çıkmaktadır.
İlaçların sebep olduğu damar romatizması (vaskülit, damar kireçlenmesi) denilen durumda cilt yüzeyinde ince kanamalar, morarmalar, kangren oluşumuna kadar değişen bulgular görülebilir. (Aspirin, allopurinol, klorotiazid, klorpropamid, digoksin, furosemid, indometazin, iyot, izoniasid, metildopa, piperazin, kinidin, kinin, rezerpin, sulfonamidler, tolbutamid, warfarin gibi). ilaçların zararlı etkileri başlı başına ciltlerce kitap konusudur. Aşağıda en sık kullanılan ilaçlardan bazıları örnek olarak verilmiştir.
1. Sultamisilin (antibiyotik): Yan etkileri, alerji (anaflaktik şok dahil), ishal, kanlı ishal, bağırsaklarda yaralar, sersemlik, halsizlik, havale, dilde kıllanma, kan üretimi bozukluğu, karaciğer zehirlenmesi, cilt hastalıkları ve nefrittir. Bu antibiyotik ufacık bebeklere bile verilmektedir.
2. Depresyon tedavisinde en çok kullanılan ilaçlar:
a. Fluoksetin: Yan etkileri yorgunluk, titreme, terleme, baş dönmesi, iştahsızlık, bulantı, kusma, ağız tadında değişiklik, baş ağrısı, sinirlilik, uykusuzluk, sersemlik, huzursuzluk, yorgunluk, iktidarsızlık, ağız kuruluğu, kabızlık, cilt döküntüleri, kaşıntı, viral enfeksiyon, bacak ağrısı, görme bozukluğu, ateş, üst solunum yolu enfeksiyonu, anjin, sık idrara çıkmadır.
b. Seroxat: Depresyon ilaçlarında kullanılan paraksodin maddesinin yan etkileri üzerine Norveçli bilim adamları tarafından bir araştırma yapılmıştır. Depresyon tedavisi gören 1500'den fazla hasta üzerinde yapılan araştırmada, 'Seroxat' kullanan 7 hastanın intihara teşebbüs ettiği ortaya çıkmıştır. Bazı sağlık örgütlerinin de 'Seroxat'ın intihar eğilimini artırdığını ortaya koyan araştırmaları bulunuyor. Ruh Sağlığı Örgütü MIND, yaptığı araştırmaya göre, 'Seroxat' kullanan hastaların yüzde 50'sinin kendisine zarar verme ve intihar eğiliminin arttığını bildirdi. Örgüt ilacın satışının durdurulmasını istedi.
3. Aspirin: Sindirim sistemi kanamaları, ülser, kulak çınlaması, baş dönmesi (vertigo), geçici işitme kaybı, kanama zamanının uzaması, kan üretimi yetersizliği, demir düşüklüğü, aşırı duyarlılık reaksiyonları olarak kaşıntı, deri döküntüleri, dil ve dudaklarda şişme, astım ve anafilaksi şoku ("Alerji" bölümüne bakınız.) görülebilir.
4. Halotan: Genel anestezi için sık kullanan ve orta zararlı olan analjeziklerden biridir. Vücuda giren halotanın % 60-80'i 24 saat içinde solunum yolu ile atılır. Fakat bu zaman zarfında bile akciğer dokuları ciddi bir tahribata uğrar. Geri kalan kısmı metabolizmaya katılıp idrarla dışarı atılırken, böbreklerin hasarına neden olabilir. Halotan alan hastaların yaklaşık % 20'sinde karaciğer enzimlerinde yükselme ve bazen karaciğerde masif nekroz gelişebilir. Genel anestezi alan her hastanın beyni farklı derecelerde hasara uğrar. Bazen bebeklere ve küçük çocuklara, röntgen gibi basit tıbbi müdahalelerde bulunmadan önce belirli bir pozisyonda, hareketsiz tutmak için bile genel anestezi önerilmektedir.
5. Synpitan (Sentetik oksitosin): Halk arasında suni sancı olarak bilinir. Sentetik oksitosinin yapısı antidiüretik hormon ile benzerlik gösterir. Bu nedenle oksitosin hem anne hem de bebeğin vücudunda su tutulmasına neden olur. Şiddetli su tutulması bilinç bulanıklığına, istemsiz kasılmalara, nöbetlere, kalp yetmezliğine, komaya ve hatta ölüme neden olabilir. Bebeğin beyin dokularında toplanması ve beyinde ödem oluşturması oksitosinin özelliğidir. Suni sancı ile doğan bebeğin beyni farklı derecelerde hasara uğrar. Bu hasar bebekte huzursuzluğa, ateşe, havaleye ve hiperaktiviteye sebep olabilir.
En büyük hasarı ise suni sancı verildikten sonra sezaryene alınan kadınlar ve bebeklerinin beyinleri görür. Bu durumda sentetik oksitosin ve genel anestezi için kullanılan analjezik birbirinin zararını arttırır. Bunların etkisi ile oluşan bebeğin beyin hasarı hiperaktivite, otizm, epilepsi gibi nörolojik veya şizofreni gibi ruh hastalıklarına neden olur. Anneler zamanla hafıza kaybına ve ruh hastalıklarına maruz kalırlar. Bu sebepten psikolog ve psikiyatristlerin ofislerinde büyük çoğunlukla sezaryenli kadın ve çocuklara rastlanır. Çünkü, resmi açıklamaya göre, Türkiye'de her iki doğumdan biri sezaryenle gerçekleşir. Ancak gerçekte bu oranın daha da yüksek olduğunu herkes bilir. Ve hemen hemen her doğumda suni sancı kullanılmaktadır.
Tıbbi ilaçları kullanmadaki amaç hastalıkları yok etmektir. Ancak tıp tarihi bize acımasızca göstermektedir ki, vücuda kimyasal maddeleri sokmak ve vücudun, dolaşım sistemi, solunum sistemi gibi sistemlerinin işlevine bilinçsizce müdahale etmek akıllıca bir iş değildir. Organlarda, sistemlerde ve hücrelerde, her saniye meydana gelen, aklın alamayacağı kadar karmaşık, muhteşem ve sonsuz işlemi kontrol etmeye hiçbir insanın aklı ve gücü yetmez, yetmeyecektir.

Az Çiğnemek

Karbonhidratlar, organik asitler, aromatik maddeler ve tuzların hazmı ağızda, bol enzim içeren tükürükle başlar, çiğneme esnasında enzimlerle karışır ve bir kısmı ağızdaki kılcal damarlara süzülür. Ağır karbonhidratların hazmı ağızda başlayarak midede aynı enzimlerle devam eder. Ağızda yemeğin kimyasal yapısı hakkında araştırma yapılır ve alınan bilgi beyne gönderilir. Beyin bu bilgiyi analiz eder ve yemeğin hazmını programlar. Bu durumda çiğneme işlemi büyük önem taşımaktadır. Yemek ne kadar iyi çiğnenirse, beyin o yemeğin tahlilini o kadar iyi yapar ve sindirim sistemini o derece iyi hazırlar. Çiğnenmiş yemeğin tadı ve kokusu ağızda dağılmalı ve kaymağa benzer bir nesne (kimus) haline gelmelidir. Bu da 15-40 çiğneme hareketi ile elde edilir.
Ağızda çok miktarda akupunktur noktası bulunur (her bir dişin dibinde 2'şer tane). Çiğneme ile ayrılan yiyecek ve içeceklerin enerjisi bu akupunktur noktaları vasıtasıyla vücudun genel enerji dolaşımına karışır. Bu yüzden içme küçük yudumlarla, yemek de küçük lokmalarla olmalıdır. Süt, et suyu, meyve-sebze suyu veya su küçük yudumlarla alınır, ağızda ılıtılır, tükürükle iyice karıştıktan sonra yutulur. Eğer gıdalar yeterince çiğnenmezse, sindirim başından itibaren bozulacaktır.
Hızlı yiyen daha çok yemeye mecbur kalır, çünkü vücut besinlerdeki enerjiyi ağızdaki akupunktur noktaları vasıtasıyla kullanamaz, sadece kimyasal bağlantıları çözme işlemi sonucunda oluşan enerjiyi kullanır. İyi çiğnenmemiş yemek parça veya kütle halinde mideye gelir. Mide bu kütle ve parçaları hazmedemez, sadece çürütür. Taze ekmek, bilhassa taze beyaz ekmek parçaları (özellikle kan grubu "0" olanlar için) ve et parçaları (özellikle kan grubu "A" olanlar için) en zararlısıdır. Midede çürümeye başlayan kütleler ve parçalar bağırsağa iner ve orada çürümeye devam eder. Bağırsaklarda çürüyen kütle ve parçalar kandaki lökositleri (akyuvarlar) çoğaltır. Bağışıklık sistemi de bu duruma karşı koruma programı geliştirir ve böylece her yemek bağışıklık sistemini sarsa sarsa vücudu felakete götürür. Ancak taze meyve sebze lifleri, çekirdekleri, kabukları böyle bir felaket oluşturmaz. Bunların tüketimi bağırsakta yaşayan yararlı mikropları çoğaltır ve onları vücudun menfaatine kullanır. Bunun için meyve ve sebzeler kabuklarıyla ve birkaç çekirdeği ile yenmelidir. Bir başka tavsiyemiz de her gün 1-3 diş sarımsak yutulmasıdır.
İyi çiğnemenin yararları:
-Yemeği iyi çiğneyen insan, az çiğneyene göre, daha az yer-içer. Çünkü yemeğin enerjisini eksiksiz kullanmış olur.
-Karışık yemeğin zararı azalır.
-Yemeğin hazım süreci kısalır.
-Mide, pankreas, bağırsaklar ve karaciğerin işi kolaylaşır.
-Çok daha az enzim (insülin dahil) harcanır.
-Mide, bağırsak, karaciğer, pankreas, bağışıklık sistemi hastalıklarından diyabet, tümör, kanser, alerji, sinir ve ruh hastalıklarından, diş çürümesinden korunmuş olunur.
-Mevcut olan hastalıklar hafifler.
-Şişmanlıktan emin olunur v.s.
-Uyuşturucu, sigara ve alkole bağımlılık ve diğer psikolojik, ruhsal ve sinirsel hastalıkların temelinde az çiğnemenin önemli yeri olduğu konusunda büyük alimler arasında görüş birliği vardır. İyi çiğnenmemiş yemek karaciğer, dalak ve kalbe ağır yük yükler. Bu organların durumu ise ruhsal dengeyi doğrudan etkiler. Büyüklerimiz, "Lokmayı küçük al ve iyi çiğne. Aksi halde deli olursun" derlerdi.
Hazımsızlık, yüksek kan şekeri, mide, bağırsak, karaciğer, dalak ve tüm sağlık problemlerinden kurtulmak için bazen sadece yemek yeme ve çiğneme alışkanlıklarını düzeltmek yeterli olabilmektedir.
Bu satırları okuyanlar, çocuklara yemeği yanlış yedirme ile onları ne kadar büyük tehlikeye sürüklediklerini düşünmelidir. 1,5 yaşına kadar yiyecekleri çiğnemeye alışmayan ve onları sindirecek enzimlere sahip olmayan, cahil anne-babalara karşı savunmasız kalan biçare çocuklar! Onlara zorla yemek yedirmek isteyenler, hiç olmazsa, çiğneyip vermelidir.

Nefes Alıp Vermenin Bozulması

İnsanın bu dünyada aldığı ilk nefes hayatının başlangıcı, son nefes ise sonudur. Bu iki nefes arasında akan ömrümüz boyunca aldığımız her nefesin önemi büyüktür. Nefes, neşe-hüzün, mutluluk-mutsuzluk, kızgınlık-sakinlik, korku-cesaret gibi duygular üzerinde terbiye etkisi yapar. Vücut, doğal nefesle doğal duyguları, doğal düşünceleri, doğal kuvvetleri ve aynı zamanda organların sağlığını muhafaza eder. Çünkü nefes, bedenin hücreleri ile oksijen, su ve gıda gibi vücuda alınan maddeler arasında uyum oluşturur. İşte bu faktörlerin tamamını gözönünde bulundurarak diyebiliriz ki nefes, sağlığı ve düşünceyi besleyen bir kuvvettir.
Bir bebeğin nasıl nefes alıp verdiğine dikkat edilirse nefes alırken (Haa-ay) karnının şiştiği, verirken (Huuu) içeri çekildiği görülür. Bu solunum doğal solunum olarak adlandırılır. Ağlayan çocuk, nefes vererek ses çıkarır, sağlıklı çocuklar nefes vererek konuşur. Doğal olan, bu şekilde nefes alma ve konuşma tarzıdır ve hayat boyu böyle olması gerekir. Nefesi doğal bir şekilde alıp-veren insanın akciğerinin tüm segmentleri nefes faaliyetine iştirak eder ve bu durum diyaframı kuvvetli bir şekilde hareketlendirir. Diyaframın hareketleriyle göğüs ve karın organlarına masaj yapılır, kan dolaşımı kolaylaşır, organlar kuvvetli, temiz ve sağlıklı kalır. Diyafram, öneminin büyüklüğünden dolayı "ikinci kalp" olarak da isimlendirilmiştir.
İnsan çok, sık ve karışık yemeye, sigara içmeye, sandalyede oturmaya ve yaşlanmaya başlayınca, diyafram katılaşır ve nefes alıp-verme düzeni bozulur. Doğal olmayan, iyi çiğnenmeyen ve karışık yemekten oluşan gaz sebebiyle karın şişer, diyafram kaburga kemiklerinin altında veya midenin ucunda hareketsiz kalır. Katılaşmış bir diyafram doğru bir şekilde soluk almayı ve bedenin yeterli miktarda oksijen almasını engeller ve insanın kendini sürekli olarak yorgun ve bitkin hissetmesine sebep olur. Bu durumda saatlerce sandalyede oturmak ya da dar elbise giymek göğüs ve karın bölgesi organlarında kan dolaşımını daha da zorlaştırır, gazın çıkmasını engeller ve gaz kana karışır. Kan, pis kokulu, zehirleyici bir nitelikle organlara yönelir ve yeni hastalıkları körüklemeye başlar.
Endüstriyel atıklar, sigara ve alkollü içecekler de nefes düzenini bozar, onun doğal yönünü değiştirir, hatta mekanizma ters şekil alır; Nefes alırken karın içeri çekilir, verirken karın şişer. Bu sebeple akciğerin alt bölümleri mekanizmaya iştirak edemez hale gelir. Bu durumda göğüs kaslarının göğüs kafesini genişletmek için harcadığı enerji, nefes alma yoluyla kazanılan enerjiden daha fazla olur. Normal olan nefes alma yoluyla havadan alınan enerjinin göğüs kafesini genişletmek için harcanan enerjiden daha fazla olmasıdır. Böylece vücut negatif enerji biriktirir ve enerji dengesizliğine yol açılır. Bu işlev konuşma esnasında da bozulur, insan nefes verdiğinde olduğu gibi, aldığında da konuşur hale gelir (degradasyon işaretidir). Bu durumda nefes, konuşma ve organlar arasındaki işbirliği düzeni bozulmuş olur.
Her bir organ sadece ona ait olan titreşimde çalışır. Dinimiz bunu "her organın kendine ait bir zikri vardır" şeklinde anlatır. Ters nefes, organların zikrinin bozulmasına yol açar. Zikri bozulan veya zikirden vazgeçen organ ise hastalanır.
Nefes alıp vermeyi düzeltmenin en kısa ve kolay yolu 3 günlük açlıklar yapmak ve Kur'an-ı Kerim'i nefes kontrolü ile sesli ve tecvitli okumaktır. Kur'an'da nefes alma, verme ve duraklama yerleri belirtilmiştir. Bir nefeste 30-60 saniye kadar yüksek sesle Kur'an okuyarak 1-2 ay içinde nefes alıp verme düzeni yeniden kurulabilir. Koşma, kürek çekme ve yüzme de nefesi düzeltmenin diğer yollarıdır. Tok karna kıraatle Kur'an-ı Kerim okumak veya nefes kontrolü ile yapılan hareket (koşma, kürek çekme v.s.) kalbe ve akciğere zarar verir. Bu sebepten hafız ve imamlar arasında kalp hastalıkları sık görülür. O yüzden bu işlemin yemekten en az 1,5-2 saat sonra yapılması daha uygundur.
Akciğerlerdeki hava yollarının daralmasına bağlı olarak insanların nefes almalarını zorlaştıran Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı, en tehlikeli akciğer hastalıkları arasında yer alır. Hastalığın oluşumunda en önemli neden sigara olarak kabul edilir. İçilen her bir sigara başlı başına bir sanayidir. Bu sanayi aynı anda 4 bin çeşit kimyasal birden üretir. Bu kimyasallar arasında mutajenler, toksinler ve yaklaşık 60 çeşit kanserojen ve benzeri maddeler bulunur. Bunların yaklaşık %20'si doğrudan içenin akciğerlerine ve kanına, %80'i çevreye ve çevresindeki insanlara zarar verir.
Zararlı Duygu ve Düşünceler
Nefret, bencillik, kızgınlık, hased, su-i zan, korku, ümitsizlik, aşırı merak, şüphe, endişe gibi negatif duygular vücutta fazla miktarda hormon üretir. Bu hormonlar kana karışarak zararlı maddeler oluşmasına neden olur. Bu maddeler beyindeki su havuzlarını bulandırır, hormon üretim dengesini bozar, psikolojik hastalıklara, karaciğer, kalp ve dalak hastalıklarına sebep olur. Bu zararlı düşünce ve fikirlerden ne kadar çabuk kurtulursak bizim için o kadar iyidir. Güzel ahlâk, güleryüz, iyi niyet, hüsn-ü zan ve Allahü Teala'ya tevekkül, insan sağlığı için fevkalâde yararlıdır.

Yanlış Oturma Şekli
Çağdaş insanın zararlı bir alışkanlığı vardır, bu da sandalyede oturma alışkanlığıdır. Sandalyede otururken aldığımız pozisyon karın ile bacaklardaki kan ve enerji dolaşımımı zorlaştırır, bağırsakların çalışmasını yavaşlatır, kabızlığa, prostat ve yumurtalık hastalıklarına, basura, varise, eklem ve omurga hastalıklarına davetiye çıkarır.
Sandalye ve koltukta oturanlar, gün boyu sadece oturup kalkarken hareket ederler. Buna karşılık yerde oturmak, kaslar, eklemler ve tüm organlar için mükemmel bir antrenman sağladığından, yerde oturanlar, yukarıda anlatılan hastalıklardan emin olurlar. Dikkat ederseniz, çocuklar hep yerde otururlar, ta ki anne-babaları sandalyeye alıştırıncaya kadar.
Bağdaş kurup oturmak, dizler üzerine, bir bacak üzerine ikincisini bükerek ya da bacaklar arasında yerde oturmak veya çömelerek oturmak kan dolaşımı ve enerji dolaşımını kolaylaştırır.
Büyük ve küçük abdest için alaturka tuvaleti tercih etmek ve çömelerek oturmak gerekir. Klozet üzerinde oturarak ihtiyacı gidermek tabiata aykırı ve sağlığa zararlıdır, Dolayısıyla, bu şekilde oturduğunuz vakit vücudunuzun aldığı şekil, dışkının kalın bağırsaktaki hareketine engel oluşturur, kalın bağırsağın hareketi yavaşlar, düz bağırsak, dışkının oluşturduğu baskıyla genişler ve kabızlık meydana gelir.
Büyük, küçük abdesti ve gazı fazla tutmak zararlıdır. Bu durumda, idrar, dışkı ve gazlardaki zararlı maddeler kana karışır, organları zehirleyerek yaşlanmayı hızlandırır.

Tarımda Kullanılan ilaçlar

Hormonlar, suni gübreler, herbisitler, pestisitler, katkı maddeleri Bu ilaçlar organlarda toplanarak büyük tahribat yapar ve kişiyi hayatı boyunca etkiler. Daha çok karaciğere, üreme organlarına ve beyne zarar verirler. Örneğin D.D.T, Atrazin, Chlordan benzeri maddeler uzun zaman önce yasaklanmış oldukları ve artık kullanılmadıkları halde bazı besin maddelerinde ve insan vücudunda rastlanmaktadır. Yaşı 30-40'ın üzerinde olan insanlarda, hâlâ bunların sebep olduğu hastalıklar görülmektedir. Vücutta toplanan bu maddeler ömür boyu vücut tarafından çıkarılıp atılamaz, hiçbir şekilde etkisini kaybetmeyerek, anneden bebeğe eş ve süt vasıtasıyla geçerek zararını çocuğun üzerinde de sürdürür. Tarım ilaçlarını kullanırken miktarını kontrol etmek çok zordur. Kontrol dışı kullanılan bu maddeler toprağa, yeraltı sularına karışır ve yabani bitki, sebze, meyve, baklagiller ve tahıllara, bitkiler vasıtasıyla da hayvanlara geçer. Sonunda meyve, sebze ve et ile soframıza gelir, vücudumuzdaki hücrelere kimyasal savaş açar. Ekinlerde kullanılan herbisit ve pestisitler bitkilerin hastalıklarına sebep olan virüs, mikrop ve parazitlerle beraber, ayrım yapmadan, faydalı mikropları, solucan, sinek ve böcekleri de öldürerek ekolojik dengeyi altüst eder. Toprağın verimini düşürür, insan sağlığını olumsuz etkiler, beden-ruh dengesini bozar. Bilim adamları, yaptıkları araştırmalarda, ana beyin hücrelerinin yıkımı sonucu oluşan parkinson ve alzheimer gibi sinir sistemi rahatsızlıkları ile böcek ilaçları arasında bağlantı olduğuna dair verilere ulaştıklarını belirtmektedir.

Deterjanlar, Kimyasal Maddeler, Kozmetikler ve Vücut Bakım Ürünleri

Bizim hayatımızda mikropların büyük rolü vardır. Mikroplar havayı, suyu temizler, zenginleştirir ve toprağın verimliliğini sağlar. Mikroplar dünya yüzeyini ölü insan, hayvan ve bitkileri çürüterek temizler. İnsanların ve hayvanların derilerini, kıllarını ve bitkileri temizler tüm canlıları çeşitli hastalıklardan korur, dünyadaki yaşam sürecini dengeler. Her bir çeşit mikrobun vazifesi o kadar net, o kadar ince ve farklıdır ki, insanlar bunları asla beceremez. Mikroplar o kadar önemli varlıklardır ki, diyelim onların tamamı aniden kaybolsa, dünyadaki hayat sadece 15-20 dakika, bazı alimlere göre bir saat kadar sürebilir. Biyologlar "Melek dediğimiz varlıklar belki de şu mikroplardır" demektedir. Bugün 3 yönden acımasızca mikroplara hücum edilmektedir.
1. Antibiyotik, sülfanilamid gibi antimikrobiyal maddeler, sterilizasyon işlemleri, deterjanlar ve tarım ilaçları doğrudan mikropları öldürür veya çoğalmasını durdurur.
2. Yağların hidrojenize edilmesi, besinlere katılan koruyucu katkı maddeleri ve aromalar besinlerin yapısını bozarak mikropların yiyemeyeceği hale getirir ve böylece beslenmelerini ve çoğalmasını engellerler.
3. Mikroplara karşı açılan en tehlikeli ve kapsamlı savaş nanoteknoloji ve gen teknolojisi ürünü maddeler ile yapılandır. Bu şekilde mikroplar hem besinden mahrum edilerek, hem de doğrudan öldürülerek yokedilir.
Ancak insanlar tarafından mikroplara karşı açılan benzersiz deterjan savaşı mikroplardan çok insanlara zarar vermiştir. Çünkü deterjanlar organik kalıntı ve mikropları nasıl eritip yok ediyorsa, akciğer ve beyindeki hücreleri de aynı düzeyde, üstelik doğrudan etkilemektedir. Deterjanlar solunum yoluyla beyin damarlarını, akciğerlerdeki bronşları ve alveolleri eriterek, yıpratır, şişirir ve kana karışır. Tuz ruhu, çamaşır suyu gibi klorlu deterjanlar, bulaşık deterjanları, yağ çözücüler, lavabo açıcılar ve kireç çözücüler gibi mutfak-tuvalet-banyo temizlik melzemeleri; çamaşır deterjanları, leke gidericiler, beyazlatıcılar, yumuşatıcılar ve benzerleri kan dolaşımı bozuklukları, damar deformasyonları, MS, alzheimer gibi ağır beyin hastalıklarına, akciğer, karaciğer, böbrek hastalıklarına ve ayrıca kısırlığa yol açarlar. Bu deterjanlara alternatif olarak sunulan, gen teknolojisi yöntemiyle üretilen, tamamen "doğal" ve "sağlıklı" olduğu iddia edilen, hatta bitkilere döküldüğünde onları coşturan bitkisel kökenli deterjanlar kimyasal deterjanlardan daha tehlikelidir. Bunlar mutasyonlara ve kansere sebep olabilir.
Bu temizlik maddelerini kullanan insanlar genellikle cansız, halsiz, uyuşuk, hafızası zayıflamış, şuuru bulanık, düşüncesi bozuk, mutsuz, rengi toprak rengi veya kanı çekilmiş gibi, saçları kırık ve seyrek, tırnakları gri veya mordur. Böyle olması doğaldır. Yaradanın, kurduğu düzende görevlendirdiği, yalnızca vazifesini yerine getirmekte olan varlıkları, yani mikropları, vazifeleri başında öldürmenin karşılığı budur.
Deterjanlar, sadece çamaşır makinalarında, minimal miktarda kullanılabilir. Makinaya deterjan koyarken burun bir bezle kapatılıp muhafaza edilmeli, yıkama bittikten sonra ek durulama yapılmalıdır. Elle yıkamada ve ev temizliğinde sadece parfümsüz, boyasız, doğal bir sabun ve tel, çamur, kum gibi mekanik temizleyiciler kullanılabilir. Vücut ve elleri yıkarken her defasında sabunlamak şart değildir. Cildimizin üzerinde yaşayan ve cildin sağlığını korumakla görevli mikroplar, bu işi bizden daha iyi yaparlar. Biz olur olmaz sabun kullanarak, bu mikropların görevini aksatmış oluruz.
Aslında, su ve topraktan daha iyi temizleyici yoktur. Çünkü bizi ve ortamımızı kirleten herhangi bir madde veya mikroplar değil, negatif enerjidir. Negatif enerjiyi kıranlar da deterjanlar değil, temiz su ve topraktır.
Yeryüzündeki bütün canlılar yani insanlar, hayvanlar ve bitkiler havaya, suya ve toprağa atık bırakır. Ekolojik sistem bu atıkları dönüştürmek ve faydalı hale getirmek için mükemmel bir şekilde yaratılmıştır. Ekolojik dengenin bozulmadığı bölgelerde rahatsızlık veren herhangi bir atık görmek mümkün değildir.
Normal olarak ölü insan veya hayvan cesedine ilk önce böcekler ve sinekler gelir. Onlar kendilerine ait rızkı tüketip, cesetleri kendilerinden sonraki varlıklar için hazırlayarak çekilirler. Sonra solucanlar gelir, aynı şekilde kendilerine ait rızkı tüketip, cesetleri bakteriler için uygun bir hale getirip çekilirler. Son işlemi ise bakteriler yapar ve cesetten geriye kemiklerin dışında bir şey bırakmazlar. Dünya yüzeyi insan cesetlerinden ve ölü organizmalardan bu şekilde kurtulur.
Çağdaş insan yiyecek, içecek ve vücut bakım ürünlerindeki koruyucularla, kullandığı kimyasal ilaçlarla adeta kendini mumyalamıştır. Bu yüzden son yıllarda böcek, sinek ve bakteriler bazı mezarlıklardaki insan cesetlerini çürüterek toprağa karıştıramıyor. Mezardaki cesetler çürümeden olduğu gibi duruyor. Doğal alanları da kirleten koruyucu katkı maddeleri ve ilaçlar yüzünden hayvanların cesetleri de bir süre sonra çürümez hale gelecektir.
Diğer taraftan böcek, sinek ve bakterilere karşı kullanılan kimyasallar ekolojik dönüşümü sağlayan bu vazifeli yaratıkların nesillerini tüketmektedir. Bu durum devam ettiği sürece, biyolojik çevrim yavaşlayacak, böcek, sinek ve bakteriler yok olacaktır. Dünya ölü bataklığına dönüşecek ve ekolojik kıyamet kaçınılmaz olacaktır.
Demek ki, deterjan, tarım ilacı, antibiyotik ve gıdaların bozulmasını önleyen katkı maddelerini kullanan insan "ekolojik kıyamet"i bizzat kendi elleriyle hazırlamaktadır.

Sterilizasyon

Hububat ve türevlerini bütün mikroorganizmalardan arındırma veya bunlardaki mikrop ve böcek gelişimini önleme işlemine sterilizasyon denir.
Sterilizasyon için klor, hidrojen peroksit, iodofor ve iyot bileşikleri, anyonik ve naniyonik yüzey aktif maddeler, formaldehit, klor bileşikleri, asidik anyonik bileşikler ve fosforik asit gibi kimyasal dezenfektanlar kullanılır.
Yeşil salata ve taze kesilmiş sebzelerde sentetik, organik ve inorganik asitler ile, musluk sularında ise klordioksit ile sterilizasyon yapılır.
Sterilizasyonda kullanılan bu dezenfektanlar hücre sitoplazmasının yapısını değiştirerek hücrenin metabolizmasını bozar. Hücre metabolizmasının bozulması ile hastalıklar meydana gelir.

Aromalar

Aromalar, latif maddeler oldukları için, iç salgı bezlerini, sinir sistemini ve ruhu doğrudan etkilerler. Beyin, düşünceleri, görüntüleri, müziği ve benzeri etkileri kontrol eder, fıtratına uygun olanların etkisini kabul eder, olmayanları reddeder. Ancak beynin, kokuların tesirini kontrol etme mekanizması yoktur. Bu sebeple kokular ruh üzerinde çok etkilidir. Peygamberimiz (s.a.v.)'den gelen rivayetlere göre, bazı kokular melekleri çekerken, habis ruhları kovarlar. Örneğin, sandal, misk ve amber, gül ve gül yağı, çörekotu, üzerlik otu, reyhan, kına kokusu melekleri çeker. Bazı kokular ise habis ruhları çekerken melekler onlara dayanamazlar: Alkol, sigara, idrar, dışkı, köpek kokusu, leş, kan gibi necis maddelerin kokusu ve bazı bitkilerin kokusu gibi. Daha önce bütün kokular doğal yollardan elde edilirdi. Örneğin, misk kokusu, misk geyiklerinin cinsel bezlerinden, gül, menekşe, lavanta, yasemin, ıtır kokusu direkt bitkilerden elde edilirdi. Bugün, kozmetik ve vücut bakım ürünlerinde, yiyecek ve içeceklerde doğal aromaların yerine her çeşit koku ve tadı verebilen, ucuz, "doğala özdeş aromalar" kullanılmaktadır. Misk ve gül aroması, tereyağı, süt ve peynir aromaları, işlenmiş et aromaları, çeşitli bal aromaları, kahve aromaları, mantar aromaları, portakal, çilek, armut gibi meyve ve sebze aromaları, nane, tarçın, zencefil, damla sakızı gibi baharat aromaları gen teknolojisi ve nanoteknoloji yöntemleriyle üretilmektedir. Sabun, şampuan, krem, parfüm, deodorant, diş macunu, deterjan, hazır yiyecek ve içecekler bu tip aromalar içerdiği için, onları kullandığımızda abdestimizin sahih olup olmadığı, yiyip içtiklerimizin helal olup olmadığı belli değildir.
Doğal bitkilerden doğal yollarla elde edilen ve "esansiyel yağ" veya "uçucu yağ" olarak adlandırılan kokulu yağlar korku, endişe, stres, depresyon gibi ruhsal sıkıntılarda, baş ağrısı, adet huzursuzluğu ve cilt problemleri gibi çok çeşitli rahatsızlıklarda yüzyıllardan beri tedavi edici olarak kullanılmaktadır. Mesela gül uçucu yağı doğum sırasındaki psikolojik etkisi ile doğumun kolay geçmesini sağlar. Atlas sediri, tefarik, yasemin, ıtır uçucu yağlan, ruhsal sıkıntıları giderici, sinirsel gerginlikleri gevşetici, sakinleştirici, dengeleyici ve güçlü anti depresanlardır. Ful uçucu yağı, kuvvetli bir antidepresandır. Ruhi gerginlikleri, cinsel isteksizlikleri çözücü, duygusallığı artırıcı ve dişiliği kuvvetlendiricidir. Kokuların tedavi amacıyla kullanılması ve ciddi problemlere çözümler getirebilmesi, kokuların insan beyninde ve bedeninde ne kadar etkili olduğunu göstermektedir. Öyleyse bu kadar güçlü etkiye sahip kokular, bugünkü kullanımıyla "doğala özdeş aromalar" tam tersi etkiler için de kullanılabilir. Yani bir aroma insanın dengesini bozmada veya depresyona sürüklemede, ya da insanları toplu halde belli hastalıklara düşürmede ve yönlendirmede etkin rol üstlenebilir. ("Zihin Kontrolü" bölümüne bakınız.)
Parfüm, krem, ruj, saç jeli, saç boyası, tıraş malzemeleri, deodorantlar, makyaj malzemeleri gibi Kozmetik ürünlerde, şampuan, losyon, sabun, diş macunu, güneş kremi, hijyenik pedler, hazır bezler, bebeklerin temizlik ve pişik malzemeleri gibi vücut bakım ürünlerinde binlerce çeşit kimyasal ve sentetik madde kullanılmaktadır. Bu maddelerin % 6O'ı kan dolaşımına karışır, vücuttan atılmadan, kan ve dokularda birikir. Vücuttan atılamayan bu kimyasallar, hormonal sistemi, beyni ve ruh-beden dengesini olumsuz etkiler, üreme organlarında bozukluğa ve kısırlığa, gebelik, doğum ve emzirme problemlerine neden olur, kanseri ve benzeri hastalıkları tetikler, alerjilere ve mutasyonlara yol açar.
Örneğin, kozmetiklerde ve vücut bakım ürünlerinde dayanıklılığı sağlamada en çok kullanılan madde parabenler, yani metil, etil, propil, butil paraben ve sodyum benzoattır. Parabenler, diş macunu, şampuan (bebe şampuanı dahil), krem, güneş kremi, saç jeli gibi ürünlerde kullanılmaktadır. Parabenlerin kimyasal yapısı östrojen hormonuna benzer.
Kadının vücudunda depolanan parabenler östrojen gibi davranıp, üreme organlarında bozukluklara, göğüs kanserine, endometriozise ve çikolata kistlerine, kısırlığa ve doğum kusurlarına sebep olabilmektedir. Erkek vücudunda depolanan parabenler spermlerin sakatlanmasına ve ölmesine, prostat kanserine, nadiren de olsa endometriozise zemin oluşturmaktadır. Bu maddeler ağır cilt rahatsızlıklarına veya deride kızarıklık, şişlik, kaşıntı ve ağrıya neden olurlar.
Kozmetik ve vücut bakım ürünlerinde sık kullanılan Metionin, Lard, Keratin, Jelatin, Gliserin (Gliserol), Hydrolized protein ve benzeri pek çok madde mezbaha artıklarından, tırnak, kıl, kan, ölü evcil hayvanlar ve domuzdan üretilmektedir.
Duman, Toz, Eksoz Fabrikalardan yükselen duman, otobanlardan gelen toz ve eksoz, yüksek oranda asit, dioksin, PCB ve benzeri çok zehirli kimyasal madde ve ağır metaller (civa, kurşun, kadmium gibi) içerir. Bu maddeler havaya, toprağa, suya karışarak onları zehirler ve onların vasıtasıyla bitkilere, hayvanlara ve insanlara geçer. Bundan dolayı fabrika ve otobanların yakınında ikamet etmek veya ekin ekmek doğru olmaz. Otobandan en az 50 metre uzaklıkta ekin ekilebilir. Konut yola yakın ise, ev ile yol arasında meyve-sebze bahçesi veya tarla değil, çalılık ve ağaçlık olması gerekir.

Hastalıkların Başlangıcı ve Seyri

Havaya karışan dumanlar, zehirli gazlar, tozlar, deterjanlar ve ev temizliğinde kullanılan kimyasal maddeler solunum sistemiyle kana geçer ve dokulardaki hücreleri yıkmaya başlar. Hormon, pestisit, herbisit ve suni gübrelerde kullanılan kimyasal maddeler toprağa, yeraltı sularına karışır ve yabani bitki, sebze, meyve, baklagiller ve tahıllara ve bitkiler vasıtasıyla hayvanlara geçer. Sonra da meyve, sebze ve et ile soframıza gelir, vücudumuzdaki hücrelere kimyasal savaş açar.
İyi çiğnenmemiş, mide ve bağırsakta çürüyüp mayalanmış yemeklerden oluşan atıklar da, kısmen, bağırsaklarda doğal yaşayan mikroplarla nötralize edilir, kısmen de kana karışıp, dokularda toplanır. Dokulardaki atıklar çoğalınca, iltihaplanmaya veya çöplüklerdeki gibi yanmaya ve gaz oluşturmaya başlarlar. Oluşan bu yakıcı madde ve gazlar dokularda ağrı ve sızılara, dokuların değişimine ve mutasyonlara yol açar. Bu durum devam ederse, akla gelebilecek her tür hastalığa neden olur.
Ancak bağışıklık sistemi bu duruma müdahele eder: Ateş yükselir, ateş kanı ısıtır, nefesi, kalp atışlarını ve kan dolaşımını hızlandırır. Isınan kanda, dokuların temizlenmesiyle görevli mikroplar çoğalır.
Çoğalan vazifeli mikroplar ve ısınan kan zehirli madde ve atıkları eritir. Vücut, bu eriyen zararlı maddelerden ve atıklardan, bademciklerin şişmesi ve iltihaplanmasıyla, balgamlı öksürükle, burun akıntısıyla, terlemeyle, alerji ve sivilceler ile tepki vererek, kendini kurtarmaya çalışır. Bu tür tepkiler sağlıklı bir bağışıklık sisteminin normal savunma mekanizmasıdır. ısınan kanın da yardımıyla, bronş duvarlarından mukus gibi organik ve kireç gibi mineral maddeleri kazıyarak atmaya başlar. Bu maddelerin parçaları çoğalınca, ateş düşer ve titreme çoğalır. Titreme, elbiseyi silkeleyip tozdan arındırma hareketine benzer. Bronşlardaki tıkanıklıklardan kazınan parçalar titreme hareketiyle balgama karışır ve öksürük ile akciğerden atılır.
Isınan kanla eritilen atıklar aynı zamanda deriye de gönderilir ve ter ile dışarı atılarak deri üzerinde bir tabaka oluşturur. Her titremeyle birlikte deri üzerinde biriken toksin miktarı kat kat artar ve derideki gözenekleri tıkar, ikinci defa deriye gelen toksinler ilkindeki ateş yüksekliği ile dışarı atılamaz. Vücut, sonradan gelen toksinleri tıkanan gözeneklerden geçirebilmek için, ateşi daha fazla yükseltmeye mecbur kalır. Bu sebepten, doğru olan, hastanın ateşini düşürmek için, ateş düşürücü vermek değil, cildi yıkamak veya silmektir. Vücut, yıkandıktan sonra, temiz cilt vasıtasıyla ateşi yükseltme ihtiyacı hissetmeden, rahat bir şekilde yeni toksik maddeleri atmaya hazırdır.
Böylece, akciğerler, öksürükle,- beyin, burun kanaması, geniz ve burun akıntısı, kulak kiri ve iltihabıyla,- deri terleme ve sivilcelerle,- böbrekler idrarla,-bağırsaklar ishalle vücuttaki zehirli maddeleri dışarı atar.
Bu durumdaki hastaya yardım edebilmek için:
· Ona mutlaka bir şeyler yedirmeye değil, 3-4 gün hiçbir şey yedirmemeye gayret edilmelidir.
· Hastanın ateşi 39-40 dereceye kadar yükseldiğinde, onu düşürmeye gayret etmemeli tam tersine Allah'a şükretmelidir. 41 dereceye kadar yükselse bile, ateşe sabretmek gerekir çünkü, beyinde oluşan tıkanıklıklar sadece 40-41 derece ateş ile eritilip dışarı atılabilir. ("FK havale" bölümüne bakınız.) Ancak ateş 39-40 dereceye kadar yükselince, hastanın her terlemeden sonra soğuğa yakın ılık su ile yıkanması ve başının soğuk su ve buz ile muhafaza edilmesi gerekir.
· Ateşli bir hastaya önce lavman yapılmalıdır. Çünkü bağırsak dolu olursa, tüm zehirleri kana sızdırır ve hastanın durumunu ağırlaştırır. Bağırsak boş olduğu takdirde zehirleri kandan ve organlardan çeker.
· Bağırsak boşaldıktan sonra, soğuğa yakın ılık su ile banyo yaptırılır. Vücut, zehirleri terlemeyle attığı için, hastalık devam ettiği sürece her gün en az 1-3 defa (aslında her terlemeden sonra) banyo yapmakta veya sirkeli ve limonlu su ile cildin silinmesinde büyük fayda vardır.
· Bu 3-4 gün süresince öksürüğü hafifletmek, böbrekleri çalıştırmak ve muhafaza etmek, kanı sulandırmak ve temizlemek için limon veya greyfurt suyu ılık su ile karıştırılarak hastaya içirilebilir. Ancak hasta içmek istemezse, onu zorlamamalıdır. Bu, beyin veya akciğerde ancak kuru açlıkla çözülebilecek fazlalık ve tıkanıklıklar olduğunun işaretidir.
· Kuvvetlenince hemen kalkmak, hareket etmek, dışarı yürüyüşe çıkmak gerekir. Ateş inmeye (2. veya 3. gün) başlarsa, ense altından başlayarak beline kadar 9-21 tane sülük koymak, sülükler düştükten sonra kesiklere vakum yapmak veya omuzlar ile kürek kemikleri arasına hacamat yaptırmak gerekir.
Genelde 4. günde hastalık biter ve insan onu unutur. Ancak iyileşmenin daha da derin olması için 4. gün veya durumuna göre 5. gün hastanın iştahı açılınca, ona akciğeri yumuşatıp temizleyecek ve öksürüğü çoğaltacak ilaçlar önerilir:
3-4 hafta boyunca her sabah 1-3 adet limon suyu veya greyfurt suyu suyla içilir. Acıkınca, bal şurubuna 3-5 diş dövülmüş sarımsak veya 30-50 gr, soğan suyu karıştırılır ve 2 hafta boyunca içilir. Bal şurubu, 200 gr. ılık suya 1 tatlı kaşığı hakiki bal karıştırılarak hazırlanır.
Acıkınca, yeşil mercimek, kimyon, kekik, kırmızı pul biber veya karabiber ile pişirilir ve süzülür. Posasından ayrılan mercimek suyu 3 gün boyunca içilir.
Acıkınca, 1 çorba kaşığı kavrulmuş keten tohumu, 14 tane kavrulmamış tatlı badem, 3 tane acı badem, bir tatlı kaşığı ısırgan tohumu öğütülerek ikiye bölünür ve günde iki defa bal şurubu ile yutulur. Bu ilaç öksürüğü yumuşatır, balgamı söktürür, akciğeri temizler. 2 hafta boyunca kullanılır. Akciğeri kuvvetlendirme özelliği olan safran 5. günden başlayarak 2 hafta süresince içilir:
Safran iplikçiklerinden 1 tutam alınır, 200 gr. su ile karıştırılır ve bir gün bekletildikten sonra süzülür. Safran suyundan bir-iki çorba kaşığı alınır ve su eklenerek günde 2 defa içilir.
Veya
1 kilo taze incir (taze incir yerine 250-300 gr. doğal bir şekilde kurutulmuş incir 2 bardak su ile ıslatılır ve bir gece bekletilerek kullanılabilir) + 3-4 tane tarçın kabuğu + 2 bardak su + 1 bardak şeker 10-15 dakika kaynatılarak, 5-6 saat bekletilir. Sonra yarım kilo bal, 2 çorba kaşığı toz zencefil eklenerek, 2-3 dakika düşük ateşte kaynatılır ve ateş kapatılır. Sonra sıcak su ile önceden ıslatılmış olan 1 çorba kaşığı (bir kutu) safran eklenir, bir gün bekletilir ve süzülür. Süzüldükten sonra bu şuruptan 50 gr. alınarak nane veya kekik çayı ile günde 1 -2 defa içilir, yanında 1-2 tane incir yenebilir.
7. günden başlayarak yeşil mercimekli ilaç yerine günde bir defa yemek yenir.
iyileşmenin daha basit bir yolu 7 gün açlık yapmaktır. Neticesi mükemmeldir. ("Açlıklar" bölümüne bakınız.)
Uyarı: İran safranını hint safranı zardeçal ile karıştırmamak gerekir. İran safranı, çiçek iplikçikleri halindedir ve rengi turuncuya yakındır. Zerdeçal ise kök veya kök tozu halindedir ve rengi altın sarısıdır.
Bu durumda hastalığa yapılan müdahale anlatılan sisteme uygun olduğu takdirde, hastalık büyük fayda ile geçer, hem kan hem de bütün organlar temizlenir. Gördüğünüz gibi, burada hastalık yanlış beslenme ve yaşam tarzıdır. Hastalıklardan kurtaran da Allah tarafından yaratılan bağışıklık sistemidir. Bronşit veya zatürre sadece, bağışıklık sisteminin bir vasıtasıdır. Sebebi bırakıp, vasıta ile uğraşmak ve Allah-ü Teala'nın kanunlarına karşı savaşmak faydasızdır, hatta zararlıdır. Hadisi Şerifte: "Hastalarınızı yemek içmek için zorlamayın. Zira Allah, onları yedirir ve içirir". Ve: "Bir kimse üç gece ateşlenirse, anadan doğduğu gün gibi günahlarından çıkar". Ve yine: "Kulun hastalığı hatalarını giderir. Ateşin, altın ve gümüşün kirini gidermesi gibi".
Ve: "Az yemek az günahtır" buyrulmuştur. Bu hadislerde hata, günah ve hastalık aynı anlamda kullanılmıştır. Bu durumda ilaç içerek veya ameliyat olarak sıhhat kazanmayı beklemek haksızlıktır, imkansızdır.
"Hastalığınızın günahlar, ilacınızın da istiğfar olduğunu unutmayınız."
Bir kadın Peygamber Efendimize gelerek "Ben saralıyım. Nöbet gelince üstümü başımı açıyorum. Allah'a dua ediver" dedi. Peygamber Efendimiz, "Dilersen sabret, sana cennet verilsin, dilersen sana şifa vermesi için Allah'a dua edivereyim" dedi. Kadın "Öyleyse sabredeceğim" dedi. Bu hadisteki kadın, cennet karşılığında Allah'tan bile şifa dilememiş, sabretmeyi seçmiştir. Biz ise, en ufak bir rahatsızlıkta, içeriğini araştırmadan ilaçlara veya ameliyatlara sarılıyor ve cenneti umut ediyoruz.
Peygamberimiz (s.a.v.) bir kişiye iki tabip getirdi ve buyurdu ki: "Bu kişiyi tedavi edin," Tabipler "Ya Rasulullah, bizler eski cahiliyet devrinde ilaç hazırlardık, tedavi ederdik. Şimdi İslam'a girdiğimizden beri tevekkülü seçtik." dediler. Peygamberimiz (s.a.v.) "Tedavi edin." buyurdu. Demek ki hastalığa tevekkül etmek en mükemmel seçenektir, ancak tevekkül edemeyenleri tedavi etmek de caizdir. Fakat tedavi ararken "haram olan şeyle tedavi olmayın." uyarısını unutmamak gerekir.
Az yemeye başlayanlar bu hadislerdeki gerçekleri çok çabuk ve kolayca anlarlar. Tarihin hiçbir döneminde, bu kadar zararlı, bu kadar bol ve bu kadar çeşitli yiyecek bir arada tüketilmemiştir. Bunun sonucunda da insanın karaciğeri çöplüğe, vücudu ise hastalık yumağına dönüşmüştür. Bu durumdan ilaç veya cerrahi müdahalelerle kurtulmayı düşünmek, facianın boyutunu bilmemekten kaynaklanır. Çok ve yanlış yeme alışkanlığı bırakılmadan, mide ve bağırsaklar tedavi edilmeden, hazım düzeltilmeden, karaciğer temizlenmeden, oruç tutmadan hiçbir gıda, doğal da olsa hiçbir ilaç ya da bitki, tek başına bedenin iyileşmesini sağlayamaz. Allahü Teala'nın kanunlarına göre, olsa olsa vücudun kendini iyileştirme sürecine katkıda bulunabilirler. Allahü Teala, Hz. Adem (a.s.)'ı yaratıp, onun için yiyecekler yarattı. Farklı yiyecekler için hazım kaidelerini belirledi. Bu kaideleri değiştirmek veya onlara bir şey eklemek imkansızdır. Demek ki bu kaidelere sımsıkı sarılmaktan başka çaremiz yoktur. İstatistiklere göre, ölümlerin birinci nedeni ülkeden ülkeye değişmektedir. Türkiye'de birinci neden trafik kazaları, gelişmiş ülkelerde kanser, gelişmemişlerde ise açlıktır. Ancak bütün ülkelerde, ölümlerin ikinci nedeni damar hastalıklarıdır, insanlar, ya beyin damarlarının hastalığı yüzünden, ya da kalp damarlarının hastalığı yüzünden ölmektedir. Bize göre, sonradan ortaya çıkan bütün hastalıklar, sarsılmaz bir kanuna dayanarak, aynı sırayla gelişmektedir:
· Yanlış yaşam tarzı, yemek alışkanlıklarının bozukluğu ve zehirli madde (katkılı yiyecekler ve içecekler, tıbbi ilaçlar, vücut bakım ürünleri ve deterjanlar) kullanımı sonucunda oluşan hazım bozukluğu ve vücutta atık madde birikmesi,
· Bunun neticesinde karaciğer dokularının toksik maddelerden etkilenmesi sonucu kronik toksik hepatit.
· Bunun neticesinde damarlarda tıkanıklık ve kan dolaşımında bozulmalar.
· Bunun neticesinde organ dokularının bozulması ve hormonal sistemde dengesizlik.
· Bunun neticesinde organ fonksiyonlarının bozulması ve bağışıklık sisteminde dengesizlik.
Öyleyse, damar hastalıkları insan ölümlerinde ilk planda, kazalar ise ikinci planda yer alır. Kanserin sebebi de bütün hastalıkların sebebine benzediği için kanser de buraya dahildir. Gelişmemiş ülkelerdeki açlıktan ölüm de şüphelidir. Bu ülkelerde halk açlıktan değil, açken "insani yardım" olarak gönderilen genetiği değiştirilmiş ürünleri ve çoğunlukla son kullanım tarihi geçmiş hazır katkılı yiyecekleri yedikleri, aşı ve tıbbi ilaçlara alışkın olmadıkları halde bunları kullandıkları için ölüyorlar. Bu ölümler aslında, kaza ölümleri grubuna dahil edilebilir. ("Açlıkla Tedavi" ve "GMO" bölümlerine bakınız.)

Su

Hz. Muhammed (s.a.v.) "Bu dünyada ve öbür dünyadaki en iyi içecek sudur" buyurmuştur. Yeryüzünde çeşitli sular mevcuttur, ancak her su içilecek nitelikte değildir. Çünkü insan vücudunda metabolizmanın çalışması sadece buz strüktürlü yani hafif su ile mümkündür. Vücut, tüm işlemlerini yegane eritici olan su vasıtasıyla gerçekleştirir. Vücut neminin dengede tutulması, yiyeceklerin hazmedilmesi, besin maddelerinin emilmesi ve hücrelere taşınması, fazlalık ve zararlı maddelerin eritilerek dışarı atılması bu işlemler dahilindedir. Protein moleküllerini insan vücudunda birleştirerek tutan şey hafif, buz strüktürlü sudur. Bina yapımında çimentonun kalitesi ne kadar önemli ise, insanın vücut yapımında su kalitesi de o kadar önemlidir. Çimento kaliteli ise bina yüzyıllarca ayakta kalır, kalitesiz ise malumdur, bina çöker. Su molekülleri birbirine enerji bağlantısı ile bağlanarak strüktürel bir kafes oluşturur. Molekülleri birarada tutan bu enerji bağlantıları, dışarıdan gelecek olumlu ve olumsuz etkilere açık durumdadır. Suyu hafif ya da ağır hale getiren de bu enerjinin pozitif ya da negatif olmasıdır.
Japon araştırmacı Dr. Masam Emoto, topladığı su numunelerini dondurup fotoğraflarını çekti. Tabii akan sular çok güzel kristaller oluşturdu, musluk suyu ise kristalleşemedi veya bozuk kristaller oluşturdu.
"Sevgi, "şükran" ve "melek" yazılı kağıtlara sarılan şişelerde bulunan su dantel gibi güzel kristaller oluştururken "şeytan" yazılı kağıtla çevirili şişedeki su, kapkaranlık bir delik görünümü verdi. Su, farklı müziklere ve resimlere de farklı tepkiler gösterdi.
Televizyon, bilgisayar, cep telefonu, mikrodalga fırın gibi elektromanyetik dalgaların suya verdiği etkinin de fotoğrafları çekildi. Fotoğraflardaki kristaller "şeytan" sözcüğü karşısında elde edilen kristalle şaşırtıcı bir benzerlik gösterdi. Basit yazılar, dalgalar ve resimler su üzerinde bu kadar etkili olabiliyorsa, su üzerine okunan Allah'ın kelamı, Kuran ayetlerinin suyu ne kadar değiştirebileceği tasavvur bile edilemez.
Dışarıdan gelen söz, müzik, elektromanyetik dalgalar ve görüntülerin şişedeki suyu etkilemesi gibi, insan vücudunu oluşturan yüzde yetmiş oranındaki su da aynı şekilde etkilenir.
Bilimsel araştırmalar ruhsal, bedensel ve zihinsel durumun kullanılan sudan doğrudan etkilendiğini ortaya koymuştur. Hasta bir bedende sıvı dolaşımı durağan hale geçmiştir. Sağlıklı olması için bedende bulunan yüzde yetmiş oranındaki suyun saflaştırılması ve hafifleştirilmesi gerekir.
Sadece kaynağından alman su saf olabilir.
Suların en üstünü zemzem suyudur. Dağ buzullarından ve eriyen karlardan nehirlere akan sular, sağlıklı sulardan sayılır. Özellikle yüksek kaynaklardan aşağıya, taşlar üzerinden, şiddetli ve uzun süre akan, kesintisiz hareket etmesi sonucu hafiflemiş sular sağlığa faydalıdır. Yağmur suyu da hafif sulardan biridir. Yalnız yağmur suyunu, yağmur şiddetli yağmaya başladıktan 15-20 dakika sonra toplamak gerekir. Çünkü ilk damlalarla havadaki kirler temizlenir. Yağmur suyu ishali durdurur, karaciğer ve böbrek hastalıklarını hafifletir.
Yaşadığınız bölgede sağlıklı su bulmak mümkün değilse, evlerde bu suya benzer su hazırlanabilir. Pet şişelere veya emaye tencereye su doldurarak buzlukta donmaya bırakın. Donmuş suyu erittikten sonra, suyun dibinde oluşan kalıntılar atılmalıdır. Bu durumda en hafif, en faydalı ve tadı en güzel su, buzdan yeni eritilen sudur. Buzdan eritilen su 10-12 saat canlı kalır, sonra ağırlaşmaya başlar ve tadı değişir. Suyun ağırlaşmasını önlemek ve şifalı hale getirmek için suya Kur'an-ı Kerim okumak gerekir.
Yoğurt suyu, meyve ve sebze suları hafif, canlı, şifalı sulardır. Taze meyve, sebze, bol kavun ve karpuz yiyenler suya muhtaç değildir. İyi suyun bulunmadığı yerlerde meyve, sebze, karpuz yenmeli veya meyve ve sebze suları tercih edilmelidir.
Durağan göl suyu, hareketinin azlığından dolayı ağır sudur. Yeraltı sularının, mağara ve kuyu sularının yapısı ise serttir. Nehir suyu ile kuyu suyunun karışımı, kaynatılmış ve kaynatılmamış suların karışımları, buz ile içilen içme suları sağlığa zararlıdır. Çünkü bu farklı yapılara sahip sular hafiflik ve ağırlıkta birbirine uygun değildir. Farklı bölgelerin sularını veya farklı yapıdaki suları aynı gün içinde içmek zorunda kalan kişi, 4-5 saatlik arayla su içmelidir ki, birinci su diğeri gelmeden vücudu terk etmiş olsun.
Depolarda muhafaza edilen ve dükkanlarda satılan sular, en ağır sulardandır. Vücut bu suları hafifletmekte zorlanır, çok enerji harcar, çabuk yıpranır, ihtiyarlar. Bu suları canlandırmak için, suya okumak veya gerekirse kaynatıp sonra buzlukta dondurmak ya da en azından, içmeden önce 3-7 defa bardaktan bardağa besmele ile boşaltarak suya hareket kazandırmak gerekir. Bu hareket sudaki negatif enerji içeren ve suyu ağırlaştıran bağlantıyı kırarak suyu hafifletir.
Her alınan abdestten sonra birkaç yudum su içmek sünnettir. Sabah kalkıp abdest aldıktan sonra su içmek, bağırsaklardaki kalıntıları ve gazı indirerek büyük abdestin kolay gelmesini sağlar. Büyük abdest sorunu olanlar ise her sabah yarım veya 1 bardak soğuk veya ılık su içmelidir soğuk veya ılık. Sıhhatli ve genç kalabilmek için insanın günde 1 -2 bardak hafif (okunmuş su, yağmur suyu veya buzdan yeni eritilmiş su olabilir) su içmesi ve soğuk suya alışması gerekir.
Soğuk suyun yerini hiçbir şey dolduramaz. Fakat unutmayalım Rasulullah suyu üç solukta içer, böyle içmenin daha doyurucu, hastalıklara karşı daha koruyucu ve daha afiyetli olduğunu söylerdi. Su ihtiyacı, insanın sıhhatine ve yediği yemek miktarına bağlıdır. İnsan vücudu da dünya gibi yüzde yetmiş sudan, yüzde otuz katı maddeden oluşur. Yani her 30-40 gr. kuru yemeğe karşılık 60-70 gr. su tüketmek gerekir (meyve ve sebze suları dahil).
Aşırı su içmekte hayır yoktur, çünkü su kana karışarak kan miktarını çoğaltır. Kanın çoğalması kalbin kan pompalamasını zorlaştırır ve kalbin rızkı (atışların sayısı) çabuk tükenir. Hastalık halinde şifa niyetiyle, fazlalıkları eritmek ve çıkartmak için 1-1,5 litre su (meyve-sebze suyu ile) tüketilebilir. Fakat iyileşince, su miktarını hemen azaltmak gerekir.
Yedi durumda su içmek hastalıklara sebep olur:
Yorgunluk ve terlemeden sonra, banyodan sonra, yemek sırasında, yemekten hemen sonra, meyve ve kavun yedikten sonra, ayakta ve yatakta. Bu durumlarda, çok susanırsa, ancak küçük bir kaç yudum içilebilir.
İnsan tabiatına uygun olan, suyu günde 1 defa, sabah uyandıktan sonra ve yemekten 1,5-3 saat sonra içmektir. Su, sabah içildiğinde bağırsakların çalışmasına, yemekten 1,5-3 saat sonra içildiğinde, hazma yardımcı olur.
Yemekten önce de su içilebilir. Ancak burada küçük bir ayrıntıya dikkat etmek gerekir:
Yemeğin kokusunu aldıktan sonra su içmek doğru değildir. Çünkü, pişmekte olan yemeğin kokusu algılandığı anda, ağız ve midede enzim üretimi başlar, içilen su bu enzimleri bağırsağa akıtarak sindirimi zorlaştırır. Böyle bir durumda en fazla birkaç küçük yudum su içmek mümkündür.
Maden suları kanı temizler, yaraları kapatır, beden kokularını giderir. Ancak günde bir bardaktan fazla maden suyu içilmeyeceği gibi her gün tüketmek de doğru değildir. Kişinin sağlık durumuna göre, belirli maden suları, doktor tavsiyesiyle, gerekli miktarda içilir.
Deniz suyu hemen hemen kükürtlü su kadar etkilidir. Kükürtlü kaplıcaların sıcak suyunda yıkananlar, dalak ağrısına ve dalak şişmesine, karaciğer hastalıklarına, romatizmaya, felce, alerjiye, yaralara, eklem ve cilt hastalıklarına şifa bulur. Demir ve bakirli kaplıca suları, böbrek, dalak ve mide için çok faydalıdır.
Gençlerin soğuk suyla abdest almaları ve gusletmeleri fevkalade yararlıdır. Soğuk su, sinirsel hastalıklara, böbrek ve yumurtalık iltihabına, ayrıca diğer iltihaplı ve ateşli hastalıklara iyi gelir. Ancak tüberküloz, sara ve karaciğer hastalan tedavi olmadıkça soğuk su kullanamazlar. Ağır hastalık geçirenlerin, ameliyattan çıkmış zayıf insanların ve yaşlıların ılık su kullanması daha uygundur. Sıhhati yerinde olanlar sıcak suya muhtaç değildir. Muhtaç olsalardı, Allah-ü Teala suyu, kaplıca suyu gibi sıcak yaratırdı.
Peygamberimiz (s.a.v.) güneşte ısıtılmış su ile abdest almayı veya gusletmeyi yasaklamış ve şöyle buyurmuştur: "Güneşte ısıtılmış suyun kullanılması, cilt hastalığı meydana getirir." İmam-ı Şafi Hazretleri güneşte ısıtılmış su ile abdest alınmasını mekruh saymış hatta bu su ile çamaşır dahi yıkanmasını uygun görmemiştir. Oysa günümüzde, sokaklarda ve vitrinlerde, aylarca güneş altında beklemiş pet şişelerdeki suların günde 3-6 litre tüketilmesi doktorlar tarafından tavsiye edilmektedir.
Son birkaç yıldır içme sularına, kokuşmasını önlemek ve tazeliğini korumak amacıyla karbon nanoparçaçıklar katılmaktadır. (Polikarbon su). Ağız yoluyla vücuda giren nanoparçaçıklar dokularda depolanır, hücrelerdeki metabolizmaya karışarak, mutasyonlara yol açabilir. ("Nanoteknoloji" bölümüne bakınız.)

Bal

Peygamber Efendimiz (s.a.v.): "Bal yiyin, zira içinde bal bulunduğu için, meleklerin rahmet dilemediği hiçbir ev yoktur. Bal yiyenin midesine bin deva girer ve milyonlarca günah uzaklaşır. Bir kişi ölür ve bedeninde bal bulunursa, bedenini cehennem ateşi yakmaz. Her sabah bal şurubu içenler hasta olmaz. Benim nazarımda, bal gibi şifa yoktur" buyurmuştur. Bal mide ve bağırsak bozukluklarına iyi gelir,- mide ve onikiparmak bağırsağındaki ülserlerin ve dış yaraların kapanmasını sağlar. Romatizma, kalp, akciğer, karaciğer ve cilt hastalıklarına iyi gelir. Damar sertliği, sinir bozukluğu ve kansızlığa faydalıdır. Bal hem kabızlığı gideren, hem de ishali durduran bir ilaçtır. Bal yemek insanı gençleştirir, genç ve dinç tutar.
Taşıdığı şifa sıfatlarından dolayı, bal hem bebekler, hem gençler hem de yaşlılar için gerekli bir besin maddesidir. Taze ve hakiki bal kovandan alındıktan, yaklaşık 4-5 hafta sonra kristalleşmeye başlar. Donmuş balın kristalleri incedir. Büyük kristalli balın kalitesi düşüktür. Bazı cins ballar kristalleşmeyebilir. En kıymetli bal ilkbahar ve yazın alınan baldır ve ilaç olarak kullanılabilir. Sonbahar balı ise fazla şifalı değildir. Bir nohut tanesi kadar propolis ve aynı miktarda balmumunun, bal ile birlikte ağızda çiğnenmesi, burun damarlarındaki tıkanıklıkları giderir.
Bal, varis yaralarına, kangren yaralarına, ağızdaki yaralara, çıbanlara, ciltte meydana gelen iltihaplı yaralara uygulanırsa, şifalıdır.
Şekeri yüksek olan hastalar da, bir çay kaşığından başlamak şartıyla, her gün 1 tatlı kaşığından bir çorba kaşığına kadar bal tüketebilirler ve hakiki bal tedavisiyle bu hastalıktan kurtulabilirler.
Bal, göze ve göz yaralarına merhem, ağız temizleyici ve damar açıcı olarak da kullanılır. Aynı miktarda bal ve ılık suda eritilmiş kaya tuzu, kulağa damlatılırsa, kulağı iltihaptan temizler. Bademcikler şiştiğinde ağızda bal tutmak faydalıdır. Bal, uykusuzluğun en iyi ilacıdır. Bal, yemek ile birlikte veya yemekten hemen sonra yenirse, tüm şifa özelliğini kaybeder, alerjik etki yapabilir. Balın fazlası şişmanlatır, tembellik yapar, uykuyu çoğaltır. Tedavi amacıyla bal tüketmek isteyen, her sabah veya akşam aç karnına 1 çorba kaşığı bal yiyebilir. Ancak yediği bu bal yemek öğünü yerine geçer, yani ardından yemek yenmez. Yanında su tüketmede bir sakınca yoktur. Bir diğer seçenek de, sabah ve akşam yemekten önce 1 tatlı kaşığı bal yemektir. Birkaç günü sadece bal ile geçirmek isteyenler ise, günde 100-150 gr. bal yiyebilirler; Her gün bal yiyenler günde 1 çorba kaşığından fazlasına veya başka tatlılara muhtaç değildir. Balı parmakla veya tahta kaşıkla yemek peygamber adabındandır. Bal buzdolabında değil, serin ve karanlık bir yerde saklanmalıdır. Eğer bal koyulan cam veya tahta kap sıkıca kapatılırsa, sahip olduğu şifa özelliğini kaybetmeden senelerce saklanabilir. Balın terkibinde %18 su, % 40 meyve şekeri (fruktoz),- % 34 üzüm şekeri (glikoz); % 0,4 diğer şekerler,- % 0,3 protein,- % 7,1 madeni tuzlar, mikroelementler, fermentler, vitaminler ve diğer maddeler bulunur. Bal, laboratuvarlarda, bu terkibe göre glikoz ve fruktoz oranı belirlenerek basit bir şekilde test edilir. Genellikle, balda glikoz ve fruktoz oranı normlara uygunsa diğer maddeler de mutlaka normlara uygundur. Bugün bu testin önemi kalmamıştır. Çünkü Türkiye'de artık genetiği değiştirilmiş glikoz ve fruktoz üretilmekte ve yurtdışından getirilen, genetiği değiştirilmiş bal aroması kullanılmaktadır. Bu şekilde mis gibi bal kokan çeşit çeşit karışımlar balmış gibi piyasaya sürülmektedir. Bu sahtekârlığı ispat etmek çok zordur, çünkü Türkiye'de, bu alanda yeterli sayıda ve nitelikte laboratuvar ve uzman yoktur.
Bal ile hazırlanan ilaçlar:
· 1 kilo tereyağı, su içinde 5-10 dakika kaynatılır, su üzerine çıkan tereyağı toplanır ve 500 gr. bal ile karıştırılır. Yaralara, egzamaya ve yanıkların üzerine sürülür. Aynı karışım kahvaltıda ekmekle de yenebilir.
· 3 yemek kaşığı papatya 500 gr. sıcak suya konur ve 1 saat demlenmeye bırakılır. 40 dereceye kadar soğuduktan sonra süzülür ve üstüne 3 yemek kaşığı bal eklenir. Anjin, ağız, dil, mide ve bağırsak yaralarına kullanılır (gargara yapılır, içilir, lavman yapılır).
· 1 çorba kaşığı bal, 1 bardak elma suyu içinde eritilir ve her sabah aç karnına içilir. Bilhassa karaciğer hastaları için çok şifalıdır. 10 gr. kaya tuzu 50 gr. ılık su ile eritilir. Sonra bu tuzlu sudan gerekli miktar alınır ve aynı miktar bal ile karıştırılır. Her sabah-akşam ılık olarak 7-8 damla kulağa damlatılır. Ortakulak iltihabı, mantar ve kulak uğultusuna iyi gelir.
· Ceviz yaprağı çay gibi demlenir ve süzülür. 40 dereceye kadar soğuduktan sonra bal eklenir. Her gün çay gibi içilirse, vücuda kuvvet ve canlılık verir.
Ballı sarımsaklı ilaç:
10 tane limonun suyu, tahta havanda dövülmüş 10 baş sarmısak ve 1 kilo bal ile karıştırılarak cam kavanoza konur. Ağzı 3 kat pamuklu bezle kapatılır, karanlık ve serin bir yerde 7 gün bekletilir. Yedi gün sonra kapağı kapatılarak buzdolabına konur. Yıllarca saklanabilir, ne kadar uzun kalsa o kadar kuvvetlenir. Hazırlanan karışımdan günde bir defa olmak üzere 4 çay kaşığı yutulur. Her defasında ağza 1 çay kaşığından fazla olmayan bir miktar alınır. Bu miktarı çabuk yutmadan, ağızda dağılmasını sağlayacak şekilde dolandıra-dolandıra eritmek gerekir. İlacın bu şekilde tüketilmesi önemlidir, çünkü ilacı midenin değil, ağızdaki kılcal damarların emmesi gerekir. Her gün belli bir saatte aç karnına bu ilaç bitene kadar içilir. Bu mükemmel ilacın, bu şekilde tüketilmesi kalp ve beyin damarlarını temizleyerek açar. İçilerek tüketildiğinde, mide ve 12 parmak bağırsağı ülserine, midedeki H. Pylori enfeksiyonuna son verir. Bu kür senede bir defa olmak üzere sağlıklı olanların hastalanmaması, hasta olanların ise iyileşmesi için kullanılır. Ayrıca 40 yaşın üzerindekiler bu ilacı her türlü derde karşı kullanabilirler. NOT: Limon suyu yerine sirke de kullanılabilir ("Elma sirkesi" bölümü )
Polen Arı kovanlarında bulunan polen tüm hastalıklarda iyileşmeyi kolaylaştırır. Arıların enzimi ile karışmış olan polen alerjik olamaz. Poleni herkes (küçük, büyük, yaşlı, genç, hasta veya sağlıklı) kullanabilir. Yetişkinler 1 çay kaşığı, küçükler ise yarım veya çeyrek çay kaşığı poleni aynı miktarda balla ve ılık su ile karıştırarak bir ay boyunca her sabah (akşam değil) ömür boyu kullanabilirler. Polen taze olmalıdır. Üzerinden bir sene geçince tüm faydalı özelliklerini kaybeder, alerji yapabilir. Polen, buzdolabında saklanmalıdır ve kuru olmalıdır. Çünkü nemden bozulur. İçinde bulunan yaklaşık 11 madde (natrium, kalium, çinko, bor, kalsiyum, titan, krom, barium vb.) su ile kimyasal bağlantıya girerek, sıhhat için zararlı hale gelebilir. Polen kullananlar proteinli yiyecekleri (et, yumurta, peynir, balık) azaltmalıdır, çünkü polen bol miktarda kıymetli protein içerir.
Arı sütü
Arı sütü romatizmaya, hormon dengesizliğine, kansızlığa, halsizliğe, mide ve bağırsak hastalıklarına, saç dökülmesine, akciğer, kalp ve diğer hastalıklara karşı kullanılır. Arı sütü B1, B2, B3, B6, Bl2, C, H, PP, E vitaminleri, aminoasitler ve organik asitler içermektedir. Arı sütü buzdolabında saklanır.
Kullanma metotları:
Her sabah-akşam 10-20 mg arı sütü aç karnına dilin altında eriyinceye kadar tutulmalı, hemen yutulmamalıdır. Yutulursa, midede şifalı özelliklerini kaybeder.
Veya
· Her sabah-akşam 10-20 mg. arı sütü 10-30 gr. bal ile karıştırılır ve ağızda eritilip yutulur.
Veya
· Her sabah-akşam 1 tatlı kaşığı taze öğütülmüş çörek otu ve 20 mg. arı sütü, 30 gr. bal ile karıştırılır ve yemekten önce ağızda eritilerek yutulur. Bir ay devam edilir. Bu işlem vücuttaki bezleri temizleyip dengeli çalışmalarını sağlar.

Propolis

Propolis, arı kovanlarında bulunan kahverengi zifttir. Propolis, yüksek antimikrobiyal ve bakterisid etkisinden dolayı anjine, dişeti hastalıklarına, dış ve iç yaralara, yanıklara, egzamaya, mantara, basura, tüberküloza, frengiye, kemik hastalıklarına ve benzeri hastalıklara karşı kullanılır.
Kullanma metodları:
Nohut büyüklüğündeki propolisi eriyinceye kadar ağızda tutmak veya sakız gibi çiğnemek anjine, dişeti hastalıklarına, kemik erimesine, mide, ağız ve dil yarasına, diş ağrısına iyi gelir.
Bir kilo tereyağı emaye veya cam kavanozda kaynatılır, sonra 80 dereceye kadar soğutularak içine 100-200 gr. propolis parça-parça kesilerek eklenir. Bu karışım 80 derecedeki su kabında (bir kaba 80 derece sıcaklığında su konur ve içine tereyağ ve propolisin bulunduğu diğer kap konularak) 20-30 dakika karıştırılır. İç hastalıklarında ve iç yaralarda sabah aç karnına 20 gr. yutulur. Cilt hastalıklarında cilde ve yaralara sürülür. Bu karışımı sağlıklı insanlar da ekmek üzerine sürerek ve ballı bitkisel çayla kahvaltıda tüketebilirler.
Propolis ısıtıldıktan sonra, siğiller üzerine konur ve iyice bantlanır.
Siğiller diplerinden çıkıp düşünceye kadar bekletilir. Propolis buzdolabında, serin ve karanlık yerde yıllarca saklanabilir, şifalı özellikleri kaybolmaz, hatta durdukça çoğalır.